ALLAH’IN RENK
SANATI
HARUN YAHYA
ADNAN OKTAR
Bu
kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
1.
Baskı: Kasım 1999
2.
Baskı: Aralık 2007
3.
Baskı: Aralık 2013
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Kayışdağı
Mah. Değirmen sokak No: 3
Ataşehir
- İstanbul Tel: (0216) 660 00 59
Baskı:
Milsan Basın San. A.Ş.
Cemal
Ulusoy Cad.38/A Bahçelievler - İstanbul
Tel:
(0 212) 471 71 50 / milsanbasin@gmail.com
Mat
sertifika: 12169
www. harunyahya.org - www.harunyahya.net
www. harunyahya.tv - www.a9.com.tr
YAZAR
HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar
Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini
Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü.
1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser
hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 40.000
resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 73
farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye
karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek
için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların
kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı
ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son
kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını
remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah
(sav)'in sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce
sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen
itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi
hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah (sav)'in
mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef,
Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı,
birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve
inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne
sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri
Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna
Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü
takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da
imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her
kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı
ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin
netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu
eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist
felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi
olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak
duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür.
Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup
olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve
anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı
bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet
etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi
kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda,
insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin
okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine,
insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve
tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı
genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden
olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya
yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar
varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran
ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça
görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve
karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin
fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup
edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların
kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha
fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş
olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını
Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve
mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
OKUYUCUYA
l Bu kitapta ve diğer
çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu
teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı
ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok
insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla
bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani
görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması
uygun görülmüştür.
l Belirtilmesi
gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm
kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar
Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedirler. Allah'ın
ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti
bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
l Bu anlatım sırasında
kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes
tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım
sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak
uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi,
bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu
inkar edememektedirler.
l Bu kitap ve yazarın
diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir
sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir
grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve
tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
l Bunun yanında,
sadece Allah'ın rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına
katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında
ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak
isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da
okunmasının teşvik edilmesidir.
l Kitapların arkasına
yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır.
Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve
okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok
eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin
bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
l Bu eserlerde, diğer
bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı
izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat edilmeyen
üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara
rastlayamazsınız.
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ: RENKLİ BİR DÜNYA................................................... 8
RENK NEDİR? NASIL OLUŞUR?.......................................... 14
RENKTEKİ TASARIM............................................................ 20
RENK VEREN MOLEKÜLLER: PİGMENTLER................... 34
RENKLERİN DİLİ.................................................................... 43
EVRİMİN AÇIKLAYAMADIĞI BİR KONU:
UYUM VE SİMETRİ.............................................................. 102
UYUM VE SİMETRİ.............................................................. 102
SONUÇ.................................................................................... 112
MADDENİN ARDINDAKİ SIR............................................. 116
EVRİM ALDATMACASI....................................................... 130
GİRİŞ: RENKLİ
BİR DÜNYA
Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir
dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bir an için tüm ön
yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar öğrendiğiniz her şeyi bir kenara
bırakarak düşünün. Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün,
ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin kapkara olduğunu gözünüzde
canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün.
Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların, kelebeklerin,
meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda canlandırmaya
çalışın. Böyle bir dünyada yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?
Çoğu insan, şimdiye kadar ne kadar renkli
bir dünyada yaşadığını, nasıl olup da çevresinde böyle bir renk çeşitliliğinin
olduğunu hiç düşünmemiş olabilir. Renklerin olmadığı bir dünyanın nasıl
olabileceği de hiç aklına gelmemiş olabilir. Çünkü gözleri gören herkes gözünü
açtığı andan itibaren renkli bir dünyayla karşılaşmıştır. Oysa kapkaranlık,
renksiz bir yeryüzü modeli imkansız değildir, aksine asıl şaşırtıcı olan şu
anda ışıl ışıl ve rengarenk bir dünyada yaşıyor olmamızdır.
Renksiz bir dünya denildiğinde akla
siyahın, beyazın ve grinin tonlarının olduğu bir yer gelebilir. Oysa siyah,
beyaz ve gri de birer renktirler. Bu yüzden insanın renksizliği hayal etmesi
çok zordur. Renksizliği tarif ederken de mutlaka bir renk kullanmak zorunluluğu
hissedilir. "Her şey renksiz, kapkaraydı; yüzünde renk kalmamıştı,
bembeyaz olmuştu" gibi cümlelerle renksizlik ifade edilmeye çalışılır.
Oysa bunlar renksizliğin değil siyah-beyaz bir dünyanın tarifidir.
Bir saniye için etrafınızdaki her şeyin
renklerinin bir anda yok olduğunu düşünün. Böyle bir durumda her şey birbirine
karışacak, cisimleri birbirinden ayırmak imkansızlaşacaktır. Örneğin kahverengi
tahta bir masanın üzerinde duran turuncu bir portakalı, kırmızı çilekleri ya da
rengarenk çiçekleri görmek imkansızlaşacaktır; çünkü ne portakal turuncu
olacaktır, ne masa kahverengi, ne de çilekler kırmızı… Tarifi bile son derece
zor olan bu renksiz dünyada kısa bir süre bile olsa yaşamak insana büyük bir
sıkıntı verecektir. Bir insanın dış dünyayla bağlantı kurmasında, hafızasının
çalışmasında, beyninin öğrenme görevini yerine getirmesinde rengin önemi çok
büyüktür. Çünkü insan, olaylar ve mekanlar, kişiler ve nesneler arasında ancak
dış görünüşleri ve renkleri sayesinde sağlıklı bir bağlantı kurar. Sadece ses
ya da dokunma, cisimleri tanımlamada yeterli olmaz. İnsan için dış dünya ancak
renkleriyle bir bütündür ve bir anlam ifade eder.
Renklerin çeşitliliğinin bize olan faydası
sadece çevremizi tanımamız değildir. Doğada yer alan kusursuz renk uyumu insan
ruhuna büyük bir zevk verir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta
vardır: İnsanın bu uyumu görebilmesi ve bütün detaylarından zevk alması için de
ona çok özel bir tasarımı olan gözler verilmiştir. Canlılar aleminde renkleri
en ince ayrıntısına kadar algılayabilen en fonksiyonel göz, insan gözleridir.
Öyle ki insan gözü milyonlarca renge karşı duyarlıdır.1 Görüldüğü gibi mükemmel bir şekilde çalışan insandaki göz mekanizması
renkli bir dünyayı görebilmek için özel olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla
dünya üzerinde, evrendeki böyle bir düzenin varlığını anlayabilecek tek varlık,
akıl sahibi olan insandır. Bütün bu bilgilerin ışığı altında ortaya şu sonuç
çıkmaktadır:
Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı,
her desen, her renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde
düşünmesi için yaratılmıştır. Doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek
şekilde düzenlenmiştir. Hem canlılarda hem de cansız dünyada kusursuz bir
simetri ve renk uyumu hakimdir. Bu özel durum karşısında düşünen bir insanın
aklına son derece önemli bazı sorular gelecektir.
Yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı
olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır? Yeryüzündeki renk
çeşitliliği ve renkler arasındaki uyumun tasarımı kime aittir? Tüm bunların bir
tesadüfler zincirinin oluşturduğu amaçsız değişimlerle meydana geldiği
söylenebilir mi? Elbette ki böyle bir şeyi hiç kimse söyleyemez. Kontrolsüz
tesadüfler değil milyonlarca rengi, hiçbir şeyi oluşturamazlar. Örneğin bir
kelebeğin kanatlarını düşünün; veya herbiri birer sanat harikası görünümündeki
rengarenk çiçekleri. Bunların bilinçsiz bir sürecin sonucunda oluştuğunu
söylemek, sağlıklı bir akıl için elbette ki mümkün değildir.
Bu gerçeği şöyle bir örnekle de rahatlıkla
görebiliriz. Bir insan doğadaki ağaçları, çiçekleri sergileyen bir tablo
gördüğünde bu tablodaki renk uyumunun, düzenli şekillerin, özel yapıların
tesadüfen oluştuğunu iddia etmez, hatta bunu aklına bile getirmez. Bu kişinin
karşısına birisi çıksa ve dese ki, "şurada gördüğün boyalar rüzgar sonucu
devrildiler, bir süre sonra yağmurun vs. etkisiyle ve aradan geçen uzun bir
zamanın sonucunda ortaya böyle bir resim çıktı". Bu iddianın sahibine
inanılmayacağı kesindir. Burada son derece ilginç bir nokta vardır. Akıl dışı
olan böyle bir iddiada bulunmaya kimse yeltenmez bile ama her nasılsa doğada
gördüğümüz kusursuz renk ve simetrinin böyle bilinçsiz bir süreçle meydana
geldiği iddia edilebilmekte, hatta bu konuda evrimciler tarafından
"tesadüf tezleri" hazırlanmakta ve çeşitli çalışmalar yapılmaktadır.
Bu konuda asılsız iddialar öne sürmekte tereddüt bile edilmemektedir.
Görüldüğü gibi bu, açıkça körlüktür.
Üstelik bunun anlaşılması da son derece zordur. Biraz düşünmeye başlayıp bu
körlükten kurtulan kişi ise, dünyada son derece mucizevi bir ortamda yaşadığını
anlayacaktır. Ve insan, yaşamı için en uygun şartlara sahip olan bu ortamın
tesadüfen meydana gelemeyeceğine de tam anlamıyla kanaat getirecektir. Düşünen
insan nasıl ki bir tablonun ressamı olduğunu ilk baktığı anda anlıyorsa,
çevresindeki rengarenk, ışıl ışıl, simetrik ve son derece estetik ortamın da
bir Yaratıcı'sı olduğunu aynı şekilde anlayacaktır. Bu Yaratıcı; yaratmada
hiçbir ortağı olmayan, her şeyi birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi
milyonlarca renkle bezenmiş sayısız güzelliğin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren
Allah'tır. Allah’ın yaratmasında her şey birbiriyle tam bir uyum içindedir.
Allah, yaratma sanatındaki eşsizliği Kuran ayetlerinde şöyle haber vermektedir:
O, biri diğeriyle 'tam bir
uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın
yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan)
umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
AKILLI TASARIM YANİ YARATILIŞ
Allah'ın yaratmak için tasarım yapmaya
ihtiyacı yoktur.
Kitap boyunca yer yer kullanılan 'tasarım'
ifadesinin doğru anlaşılması önemlidir. Allah'ın kusursuz bir tasarım yaratmış
olması, Rabbimiz’in önce plan yaptığı daha sonra yarattığı anlamına gelmez.
Bilinmelidir ki, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah’ın yaratmak için
herhangi bir 'tasarım' yapmaya ihtiyacı yoktur. Allah'ın tasarlaması ve
yaratması aynı anda olur. Allah bu tür eksikliklerden münezzehtir. Allah'ın,
bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca
"Ol!" demesi yeterlidir. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Bir şeyi dilediği zaman,
O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin
Suresi, 82)
Gökleri ve yeri (bir örnek
edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca
"OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
RENK NEDİR? NASIL OLUŞUR?
Bazı detaylar insan hafızasında önemli yer
tutarlar ve hiç değişmezler. Örneğin en tanıdık cisimler olan ağaçlardan
başlayalım. Ağaçların rengi hep yeşil ve tonlarıdır. Sonbahar gelince bu
renklerin değiştiği herkes tarafından bilinir. Gökyüzünün rengi de ya mavinin
ya da grinin tonlarındadır. Meyvelerin renkleri de hiç değişmez, örneğin
kayısının rengiyle, kirazın rengi hep bellidir, tanıdıktır. Kısacası ışık
altında bulunan her canlının, her cismin bir rengi vardır. Etrafınızdaki
şeylere dikkatli bir şekilde bakın. Neler görüyorsunuz? Masa, sandalyeler,
pencerenizden gözüken ağaçlar, gökyüzü, evinizin duvarları, çevrenizdeki
insanların yüzleri, yediğiniz meyveler, şu anda okuduğunuz kitap... Bunların
hepsi ayrı birer renge sahiptir. Bütün bu renklerin neye göre belirlendiğini,
nasıl düzenlendiğini ve nasıl oluştuğunu hiç düşünmüş müydünüz?
Canlı yaşamında son derece önemli bir rolü
olan renklerin oluşması için neler gereklidir genel olarak inceleyelim. (Bu
maddeler daha sonra detaylı olarak ele alınacaktır.) Tek bir rengin, örneğin
sadece kırmızının ya da sadece yeşilin oluşması için aşağıda maddelendirilmiş
olan işlemlerin her birinin bu sıralamaya göre gerçekleşmesi gerekmektedir.
1-Rengin oluşması için gerekli olan ilk
koşul ışığın varlığıdır. Bu nedenle öncelikle Güneş’ten gelen ışınların nasıl
bir özelliğe sahip olması gerektiğini inceleyerek başlamakta fayda vardır.
Renklerin oluşabilmesi için Güneş’ten yeryüzüne gelen ışığın, renkleri meydana
getirebilecek şekilde, belirli bir dalga boyuna sahip olması gerekmektedir.
Güneş’in yaydığı bütün ışınların içinden sadece "görünür ışık" olarak
adlandırılan bu ışığın yeryüzüne gelme ihtimali 1025'te
bir ihtimaldir. Bu inanılması güç ihtimal gerçekleşir ve renklerin oluşması
için gerekli olan ışınlar Güneş’ten Dünya’ya ulaşır.
2-Güneş’ten gelip uzaya yayılan ışık
gerçekte göze zarar verecek özelliklere sahiptir. Bu yüzden Dünya’ya ulaşan
ışığın gözün rahatlıkla algılayabileceği ve zarar vermeyeceği duruma gelmesi
gereklidir. Bunun için ışınların bir süzgeçten geçmesi gereklidir. Bu dev
süzgeç Dünya’yı çevreleyen "atmosfer"dir.
3-Atmosferden geçen ışık yeryüzüne dağılır
ve rastladığı maddelerin hepsine çarparak yansır. Işığın çarptığı maddelerin,
ışığı yutmayıp yansıtacak özelliklerde olması gereklidir. Görüldüğü gibi
maddelerin yapısal özelliğinin de yeryüzüne ulaşan bu ışıkla renkleri
oluşturacak şekilde uyumlu olması gereklidir. Bu şart da gerçekleşir ve
Güneş’ten gelen ışığın çarptığı maddelerden kolaylıkla yeni bir ışık dalgası
yayılır.
4-Renklerin oluşumundaki diğer bir aşama
da ışık dalgalarını algılayabilecek bir algılayıcıya, yani göze ihtiyaç
olmasıdır. Işık dalgalarının görme organlarıyla da uyum içinde olması
zorunludur.
5-Güneş’ten gelen ışınlar gözümüzün
tabakalarından geçip retina bölgesinde elektrik sinyaline dönüştürülmelidir.
Daha sonra bu elektrik sinyalleri insan beyninde görüntüyü algılamakla sorumlu
olan görüntü merkezine ulaştırılmalıdır.
6-Bizim herhangi bir rengi gördüğümüzü
ifade edebilmemiz için gerçekleşmesi gereken son bir aşama daha vardır.
Renklerin oluşmasındaki son aşama görme merkezine gelen elektrik sinyallerinin,
burada bulunan sinir hücreleri tarafından "renk" olarak
algılanabilmesidir.
Görüldüğü gibi tek bir rengin oluşması
için oldukça detaylı ve birbirine bağlı bir sıralama izleyen işlemler
gereklidir.
Renkle ilgili olarak edinilen tüm bilgiler
rengin meydana gelmesi sırasında oluşan her işlemin çok hassas dengeler üzerine
kurulmuş olduğunu gösterir. Bu hassas dengeler olmadığı takdirde renkli bir
dünya yerine bulanık ve karanlık bir dünya içinde kalmamız hatta görme
yeteneğimizi kaybetmemiz kaçınılmazdır. Yukarıda sayılan maddelerden sadece
retina bölgesindeki elektrik sinyallerini algılayacak olan hücrelerin bulunmadığını
düşünelim. Ne gelen güneş ışığının yeterli özelliklere sahip olması, ne gözün
diğer parçalarının tam olması, ne de atmosferin varlığı yeterli olmayacaktır.
Görme İşleminde Retinanın Rolü
Retinayı daha yakından inceleyerek biraz
daha detaya inelim. Retinada görev alan "rodopsin" adlı pigment
maddesinin olmadığını varsayalım. Rodopsin yoğun ışıkta özelliğini yitiren,
karanlıkta tekrar oluşan bir maddedir. Gözde yeteri kadar rodopsin oluşana
kadar göz karanlıkta net göremez. Rodopsinin özelliği ışıktan alınan verimin
yükseltilmesidir. Bu madde tam gerektiği anda ihtiyaç duyduğu kadar üretilir.
Rodopsin dengesi kurulduğunda ise şekiller belirginleşmeye başlar. Görme
işleminde son derece önemli bir madde olan rodopsin olmasaydı ne olurdu? Bu
durumda insan yalnızca aydınlıkta gören bir canlı olurdu.2 Görüldüğü gibi gözde en ince detayına kadar düşünülmüş kusursuz bir
sistem vardır.
Peki bizi karanlıklardan kurtarıp, bize
renkli bir dünya sunan bu sistem kimin eseridir?
Buraya kadar sıraladığımız her aşama bir
akıl, irade ve güç gerektiren işlemlerdir. Böyle bir sıralamanın ve uyumun
tesadüfen oluşma ihtimalinin olmadığı ise çok açık bir gerçektir. Böyle bir
sistemin zaman içinde oluşması da imkansızdır. Bu işlemlerin tesadüfen oluşması
için milyonlarca hatta milyarlarca yıl beklense de sonuç hiçbir şekilde
değişmeyecektir. Bekleyerek ya da tesadüflerle renkli bir dünyayı oluşturacak
sistemler asla oluşamaz. Bu mükemmel sistem ancak özel bir tasarımın sonucunda
ortaya çıkabilir ki bunun anlamı da yaratılmış olduğudur. Allah bütün evreni
kaplayan sonsuz bir gücün ve aklın sahibidir. Evrendeki düzenin tümünde
Allah'ın benzersiz yaratma sanatının örnekleri vardır. Renklerin oluşumundaki
eşsiz sanat da Allah'ın benzersiz yaratmasıyla ortaya çıkmıştır. Allah her şeye
güç yetirendir.
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin)
yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol"
der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi,
117)
RENKTEKİ TASARIM
Bizim için renk, cisimlerin özelliklerini
belirtmemize, onları daha iyi tanımlamamıza yarayan bir kavramdır. Etrafındaki
cisimlerin renklerini teker teker düşünen insan gerçekte ne kadar detaylı bir
renk çeşitliliği ile karşı karşıya olduğunu rahatlıkla görecektir. Canlı-cansız
tüm cisimlerin bir rengi vardır. Üstelik dünyanın her yerinde aynı türdeki
canlılarda aynı renkler vardır. Nereye giderseniz gidin karpuzun rengi hep
kırmızıdır, kiviler hep yeşildir, denizler mavidir ya da mavinin tonlarıdır,
kar beyazdır, limonlar sarıdır, fillerin rengi dünyanın her yerinde aynıdır,
ağaçların rengi aynıdır hiç değişmez. Yapay olarak elde edilen renklerde de
durum değişmez. Dünyanın neresine giderseniz gidin sarı ile kırmızıyı
karıştırırsanız kavuniçi, siyah ile beyazı karıştırırsanız gri elde edersiniz.
Bu da hiçbir zaman değişmez. İşte bu noktada daha farklı düşünmeye başlamakta
fayda vardır. Öncelikle cisimlerdeki renklerin nasıl oluştuğu sorusunu sorarak
düşünelim. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Bir mağazaya girdiğinizi ve
burada rengarenk, çeşit çeşit desene ve görünüme sahip, renkleri birbiriyle son
derece uyumlu kumaşlarla karşılaştığınızı düşünün. Elbette bu kumaşlar buraya
tesadüfen gelmemiştir; bilinçli kişilerce desenleri çizilmiş, renkleri
tasarlanmış, gerekli boyama işlemleri yapılmış ve daha pek çok ara aşamadan
geçtikten sonra o mağazada sergilenmeye başlamışlardır. Kısacası bu kumaşların
varlığı onları tasarlayan ve yapan kişilerin varlığına bağlıdır. Siz de bunları
gördüğünüzde bunlar buraya tesadüfen gelmiş, kumaşların üzerine dökülen boyalar
sonucunda tesadüfen bu desenler oluşmuş demezsiniz. Hatta hiçbir akıl sahibi
varlık böyle bir iddiada bulunamaz. Aynı şekilde doğada her an gördüğümüz
görüntüleri, kelebekleri, çiçekleri, deniz altındaki rengarenk mekanları,
ağaçları, bulutlarla kaplı gökyüzünü ve diğerlerini de tıpkı bu mükemmel
kumaşlar gibi karşımıza getiren bilinç sahibi bir İrade vardır. Evrendeki
kusursuz çeşitlilik özel bir tasarımın sonucudur. Bu tasarım Güneş’ten gelen
ışığın oluşmasından, bu ışığın beynimizde renkli bir tablo görüntüsü halini
almasına kadar her aşamada kendisini gösterir. Bu da, renklerdeki tasarımın bir
sahibinin yani bir tasarlayıcısının olduğunun en büyük delillerindendir.
Elbette ki çok üstün bir akla ve çok üstün bir yaratma gücüne sahip olan Allah
evrendeki tüm renkleri ve insanı hayran bırakan desenleri yaratmaktadır.
Renklerin oluşmasında gerçekleşen aşamalar
daha önce kısaca maddelendirilmişti. Renkteki üstün tasarım bu bölümde ışık,
beyin ve göz sıralamasına bağlı kalınarak, farklı başlıklar altında
incelenecektir.
1- Işık, Yaşam ve Renk
Güneş, evrendeki orta büyüklükteki
milyarlarca yıldızdan yalnızca bir tanesidir. Güneş’i bizim için evrendeki en
önemli yıldız yapan özellikleri; büyüklüğü, etrafındaki gezegenlerle olan
bağlantısı ve yaydığı özel ışınlardır. Güneş’in bu özelliklerinden sadece bir
tanesinde bile şu anda var olan ölçülerinden herhangi bir farklılık olması
durumunda yeryüzünde yaşam olamazdı. Gerçekten de Güneş, Dünya’da canlı bir
yaşamın oluşabilmesi ve devam edebilmesi için gereken en ideal değerlere
sahiptir3. İşte bu nedenle bilim adamları Güneş’i, yeryüzündeki canlılığın
"yaşam kaynağı" olarak nitelendirmektedirler.
Yeryüzünün en uygun şekilde ısınması ve
bitkilerin fotosentez yapabilmesi için tek kaynak güneş ışığıdır. Bilindiği
gibi canlı yaşamının var olabilmesi için ısınma ve fotosentez vazgeçilmezdir.
Bundan başka yeryüzünde aydınlığın oluşması ve renkli bir dünyanın meydana
gelmesi de yine Güneş’ten gelen ışınlar sayesinde gerçekleşir. Bu durumda
dünyanın en önemli enerji kaynağı olan bu ışınların nasıl oluştuğu sorusu akla
gelecektir? Yeryüzündeki canlı yaşamının anahtarı olarak nitelendirilebilecek
olan bu ışınların, bu kadar önemli görevleri yerine getirebilmesi, bunun için
gerekli özelliklerin tümüne birden aynı anda sahip olması tesadüflerin eseri
olamaz. Bunun nedeni ışığın yapısı incelendiğinde daha iyi anlaşılacaktır.
Uzayda bulunan yıldızların yaydığı enerji
uzay boşluğunda dalgalar halinde hareket eder. Güneş’ten de enerji olarak yine
dalgalar halinde hem ışık hem de ısı gelir. Yıldızlardan yayılan bu enerjinin
hareketi, bir gölün üzerine atılan taşın suda oluşturduğu dalgalara
benzetilebilir. Nasıl göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, ısı ve
ışık yayılırken de aynı şekilde farklı dalga boyları olur.
Bu noktada evrendeki ışığın farklı dalga
boyları hakkında bilgi vermekte fayda vardır. Evrende bulunan yıldızların ve
diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışık yaymazlar. Bu farklı ışınların
sınıflandırılması dalga boylarına ve frekanslarına göre yapılmaktadır.
Evrendeki bu farklı dalga boyları çok geniş bir alana dağılmıştır. Örneğin en
kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat
daha küçüktür. (1025 sayısı 1 rakamının yanına 25
tane sıfır konulmasıyla elde edilen çok büyük bir sayıdır.)
Evrendeki 1025'lik
bir genişliğe sahip olan ışın yelpazesinin içinde, Güneş’in yaydığı ışınların
tümü çok dar bir bölüme sıkıştırılmıştır. Güneşten yayılan farklı dalga
boylarının %70'i, 0.3 mikronla, 1.50 mikron arasındaki çok dar bir sınırın
içinde yer alır. Güneş'in ışınlarının neden böyle dar bir aralığa
sıkıştırıldığını araştırdığımızda ise karşımıza ilginç bir sonuç çıkar: Dünya
üzerindeki canlı yaşamı ve renklerin oluşumunu destekleyecek olan ışınlar,
sadece bu aralıkta bulunan ışınlardır.
Energy and the Atmosphere adlı kitabında
İngiliz fizikçi Ian Campbell, bu üstün tasarımı "inanılmaz derecede
şaşırtıcı" olarak nitelendirerek bu noktaya şöyle dikkat çekmektedir:
Güneş’ten yayılan ışınların, Dünya
üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması
gerçekten çok olağanüstü bir durumdur.4
1025'lik
elektromanyetik yelpazeden Güneş’in yansıttığı bu bir birimlik ışın aralığının
büyük bir kısmı "görülebilir ışık" olarak adlandırılır. Bu birimin
hemen altındaki ve üstündeki aralıkta yer alan ışınlar da yeryüzüne kızıl ötesi
ve mor ötesi ışınlar olarak ulaşır. Kısaca, bu iki ışın türünün özelliklerini
de inceleyelim.
Kızıl ötesi ışınlar ısı dalgaları olarak
yeryüzüne ulaşırken mor ötesi ışınlar yüksek enerjili olup canlılar üzerinde
zararlı etkiler oluşturabilmektedirler. Kızıl ötesi ışınlar atmosferden geçerek
Dünya’yı canlıların yaşaması için elverişli hale getirecek ısıyı sağlarlar. Mor
ötesi ışınlar ise sadece belirli bir oranda yeryüzüne ulaşabilirler. Bu oranın
biraz daha fazla olması durumunda canlıların dokuları zarar görür ve ölümlere
yol açar. Az olması durumunda ise canlıların ihtiyacı olan enerji sağlanamaz.
Bütün bunlar canlı yaşamı için son derece
önemli detaylardır. Güneş’ten gelen ışınların fonksiyonlarında da görüldüğü
gibi dünyada var olan her sistemde bir düzen ve kontrol vardır. Ne kadar hassas
bir dengenin olduğunu kısaca anlattığımız böyle bir sistemin tesadüfen oluşması
elbette ki mümkün değildir. Bu kusursuz sistemin başka bir fonksiyonunu daha
inceleyerek tesadüfen oluşmasının imkansızlığını bir kere daha görelim.
2- Yeryüzünü Kaplayan Zırh: Atmosfer
Güneş’in ışınlarından bazılarının canlılar
için zararlı olabileceğinden daha önce bahsetmiştik. İşte bu zararlı etkinin
yok edilebilmesi için bir çözüm bulunması gereklidir.
Gelin bu duruma hep birlikte bir çözüm
getirmeye çalışalım ve güneş ışınlarını süzecek kadar etkili bir sistem
planlamaya çalışalım. Ancak bu sistemin tüm Dünya’yı Güneş’in zararlı
etkilerinden koruyacak, bunun sürekli olmasını sağlayacak, bakım gerektirmeyen,
aynı zamanda uzaydan gelebilecek diğer tehlikeleri de anında yok edecek, çok
fonksiyonlu bir sistem olması gerektiğini unutmayalım. Bu durumda muhakkak akla
çeşitli alternatifler gelecektir, projeler üretilecektir. Fakat ortaya atılan
projelerin hiçbiri şu anda dünya üzerinde var olan filtreli koruma kadar çok
yönlü ve etkili olmayacaktır. Bu filtreli koruma atmosferimizdir. Dünya’nın
atmosferi zararlı ışınları süzme işleminde % 100 başarılıdır ve Dünya’nın
korunması için Allah tarafından özel olarak tasarlanmıştır.
Atmosferin özel katmanları sayesinde bu
ışınlardan sadece gereken miktar kadarı yeryüzüne ulaşır. Çünkü atmosfer
Güneş’ten gelen ışınların hepsini dalga boylarına göre özel işlemlere tabi
tutar. Atmosferimiz bütün bu ışınları süzmek üzere tasarlanmış dev bir arıtma
tesisi gibidir. Yeryüzünde tek bir örneği dahi bulunmayan bu dev arıtma sistemi
Allah'ın kendisine vermiş olduğu özel yapısı sayesinde bu işlemleri
yapabilmektedir. Allah göklerin yaratılışına şöyle dikkat çekmektedir.
Elbette göklerin ve yerin
yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu
bilmezler. (Mümin Suresi, 57)
Güneş'ten gelen ışınlar son derece özel
ışınlardır. Bu ışınların yeryüzüne ulaşabilmesi için atmosferden geçecek
özelliklere sahip olması da zorunludur. Aynı şekilde atmosferin de bu ışınları
geçirecek bir yapıya sahip olması gereklidir. Aksi durumda ne atmosferin
varlığı, ne de ışınların yapısının uygunluğu bir anlam ifade etmeyecektir.
Atmosferin ışınları geçirme özelliği sayesinde güneşten gelen ışınlar yeryüzüne
rahatlıkla ulaşırlar. Yalnız burada üzerinde durulması gereken çok önemli bir
nokta vardır.
Atmosfer sadece ve sadece canlı yaşamı
için gerekli olan görülebilir ve yakın kızılötesi ışınları geçirirken, yaşam
için öldürücü olan diğer ışınların geçişini kesin bir biçimde engellemektedir.
Böylece Güneş’ten ve Güneş dışı kaynaklardan yani uzayın diğer bölgelerinden
Dünya’ya ulaşan zararlı ışınlara karşı Dünya’nın atmosferi çok önemli bir
"süzgeç" oluşturmaktadır.5 Ünlü
astronom Michael Denton bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:
Atmosfer gazları, görülebilir ışığın ve yakın kızıl
ötesinin hemen dışında kalan tüm diğer ışınları ise çok güçlü bir biçimde
yutarlar. Dikkat edilirse, atmosferin, elektromanyetik yelpazenin çok geniş
alternatifleri içinde, geçişine izin verdiği yegane ışınlar görülebilir ışık ve
yakın kızıl ötesini kapsayan daracık alandır. Neredeyse hiç gama, mor ötesi ve
mikro dalga ışını Dünya yüzeyine ulaşmaz.6
Görüldüğü gibi atmosferin yapısında da çok
üstün bir tasarım vardır. Güneş 1025'te 1
ihtimalin arasından sadece bize faydalı olan ve renkli bir Dünya’yı oluşturacak
olan ışınları yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınların yeryüzüne
geçişine izin vermektedir. Bundan başka atmosferin içindeki gazların
özellikleri sayesinde güneş ışınları ile doğrudan bağlantı halinde olan canlı
gözleri de tehlikelere karşı korunmuş olur. Tüm bu özellikler Allah'ın her şeyi
belli bir ölçüyle yarattığının delilleridirler.
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk
edinmemiştir. O'na mülkünde ortak
yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir
etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
3- Maddeye Çarpan Işık
Güneş'ten gelen ışık saniyede 300.000 km
gibi müthiş bir hızla yol alarak Dünya’ya ulaşır. Işığın bu hızı sayesinde her
an renkli bir dünya ile karşılaşırız. Peki bu kesintisiz görüntü nasıl
gerçekleşir?
Atmosferi geçerek müthiş bir hızla
yeryüzüne ulaşan ışık yeryüzündeki maddelere çarpar. Işık, bu hızla maddeye
çarptığında atomları ile etkileşime girerek renkleri oluşturacak dalga
boylarına ayrılır. Böylece elinizde tuttuğunuz kitap, kitabın satırları,
resimleri, dışarı baktığınızda gördüğünüz manzara, ağaçlar, binalar, arabalar,
gökyüzü, kuşlar, kediler kısacası gözün gördüğü her şey renklerini
yansıtabilirler.
Bu renklerin yansımasını sağlayan
moleküller pigmentlerdir. Yani her maddenin yansıttığı renk, içerdiği pigment
moleküllerine bağlıdır. Her pigment molekülünün atom özellikleri farklıdır.
Yani bu moleküllerdeki atomların sayısı, çeşidi ve dizilişleri farklıdır.
Birbirlerinden bu şekilde farklılaşan pigmentlere çarpan ışık, farklı renk
tonlarının yansımasına neden olur. Ama renk kavramının oluşması için bu da
yeterli değildir. Yansıyan ve belli bir renk özelliğini taşıyan ışığın,
algılanması ve görülmesi için kendisini algılayacak bir göz sistemine ulaşması
gerekir.
4- Göze Gelen Işık
Maddelerin yansıttıkları ışınların renk
olarak algılanmaları için göze ulaşmaları gerekir. Gözün varlığı tek başına
yeterli değildir. Işınlar gözden sonra da, gözle uyum içinde çalışan bir beyne
ulaşmalıdır.
En yakın örnek olan kendi gözümüzü ve
beynimizi düşünelim. İnsan gözü birçok farklı organel ve bölümden oluşmuş,
oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Bütün bunların aynı anda ve uyum içinde
çalışması sayesinde görürüz ve renkleri algılarız. Göz, gözyaşı bezleriyle,
korneasıyla, konjonktivasıyla, irisi ve göz bebeği ile, göz merceği ile,
retinasıyla, koroidiyle, göz kasları ve göz kapakları gibi doku ve
organelleriyle benzersiz bir sistemdir. Bunların yanında beyinle bağlantısını
sağlayan muhteşem sinir ağı ve son derece kompleks olan görme alanıyla bir
bütün olarak kesinlikle tesadüfen oluşamayacak çok özel bir yapıya sahiptir.
Gözü kısaca tanıttıktan sonra görme
olayının nasıl gerçekleştiğine de bir göz atalım. Göze gelen ışık ışınları önce
korneadan, sonra göz bebeğinden, ardından da mercekten geçerek retinaya
ulaşırlar.
Rengin algılanması retinadaki koni
hücrelerinde başlar. Işığın belli renklerine yoğun biçimde reaksiyon veren üç
ana koni hücre grubu vardır. Bunlar mavi, yeşil ve kırmızı koniler olarak
sınıflandırılırlar. Koni hücrelerinin reaksiyon verdiği kırmızı, mavi ve yeşil;
doğada bulunan üç ana renktir. İşte bu üç renge hassas olan koni hücrelerinin
farklı oranlarda uyarılmaları sonucunda milyonlarca farklı renk tonu ortaya çıkar.
Koni hücreleri algıladıkları bu renk
bilgilerini, sahip oldukları pigmentler sayesinde elektrik sinyallerine
dönüştürürler.7 Bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri
de elektrik sinyallerini beyindeki özel bir bölgeye iletirler. İşte hayatımız
boyunca gördüğümüz rengarenk Dünyamızın oluştuğu yer beyindeki bu birkaç
santimetreküplük bölgedir.
5- Karanlık Beynimizdeki Renkli Dünya
Renklerin oluşumunun son aşaması beyinde
gerçekleşir. Önceki bölümde belirttiğimiz gibi gözdeki sinir hücreleri elektrik
sinyaline dönüştürülen görüntüleri beyne iletir ve dış dünyada gördüğümüz her
şey beyindeki görme merkezinde algılanır. Ancak bu noktada karşımıza şaşırtıcı
bir gerçek çıkar: Beyin bir et parçasıdır ve içi karanlıktır. İçi kapkaranlık
olan beynimizde cisimlerden gelen elektrik sinyalleri deşifre edilmekte ve
cisimler, cisimlerin renkleri ve diğer bütün özellikleri algılar şeklinde
oluşmaktadır. Burada üzerinde önemle durulması gereken nokta kuşkusuz ki bir et
parçasında bu algılama işleminin nasıl olup da gerçekleştiği sorusudur.
Özellikle renklerin algılanmasında pek çok
soru işareti mevcuttur. Elektrik sinyallerinin görme sinirleri yoluyla beyne
nasıl iletildiği ve beyinde ne gibi fizyolojik etkiler yarattığı sorularına
renk bilimciler henüz cevap verememektedirler.8
Bildikleri sadece renklerin bir gerçeklik biçiminde algılanmasının içimizde
yani beynimizdeki görme merkezinde olduğudur.9
(Detaylı bilgi için bakınız Maddenin Ardındaki Sır bölümü)
Aslında beynin gerçekleştirdiği işlemlerin
çok büyük bir çoğunluğu hala tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu konuyla ilgili
olarak yapılan açıklamalar sadece teorilere dayanmaktadır. Oysa beyin, insan
ilk var olduğundan beri bütün fonksiyonlarını aynı bugünkü gibi eksiksiz bir
şekilde yerine getirir. İnsanların yaklaşık bir kilogramlık ağırlığa sahip,
karanlık bir et parçasının içinde renkleriyle, şekilleriyle, sesleriyle,
kokularıyla ve tatlarıyla üç boyutlu bir dünya yaşaması, Allah'ın kusursuz
yaratışı sayesindedir. Her insan doğduğunda bu benzersiz yaratılış mucizesini
hazır olarak bulur. Ne fonksiyonlarının ortaya çıkmasında, ne bunların
sürekliliğinde, ne de başka bir aşamada insanın hiçbir denetimi söz konusu
değildir.
Kuran’da Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
De ki: "Siz, Allah'ın
dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi
yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara
bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde
midirler?" Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar.
Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar
diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa,
Kendisi'nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir,
bağışlayandır. (Fatır Suresi, 40-41)
RENK VEREN MOLEKÜLLER
PİGMENTLER
PİGMENTLER
Daha önceki bölümlerde maddelerde bulunan
pigment moleküllerinin farklı atom özellikleri nedeniyle ışıkları farklı
şekillerde yansıttıklarından ve bu sayede renk tonlarının ortaya çıktığından
bahsetmiştik. Etrafınıza yine şöyle bir bakın. Gözünüzün gördüğü alanda ne
kadar çok farklı renk varsa, bu o kadar farklı sayıda pigmentin varlığını
gösterir. Çünkü çevremizde gördüğümüz her şeyin rengi, maddelerin yapısında
bulunan pigmentlere bağlıdır. Bitkilerin yeşil rengi, derinizin rengi,
gözünüzün rengi, hayvanların rengi kısacası tüm renkler hep pigmentlerin
yapısal özelliğinden kaynaklanır.
Pigment Nedir?
Pigmentler hem gözümüzde hem de nesnelerin
genellikle dış yüzeylerinde bulunarak renklerin oluşmasını sağlayan özel
moleküllerdir. Pigment moleküllerinin harekete geçmesi için belirli bir enerji
gereklidir. Elbette ki renklerin oluşmasındaki diğer tüm aşamalarda olduğu
gibi, pigmentlerle ışık arasında da yine kusursuz bir uyum vardır. Çünkü
yeryüzüne ulaşan "görünür ışık", canlılarda renk molekülü olarak
bilinen "pigment" molekülleri için özel olarak tasarlanmıştır.
Bundan başka insan gözü de buna uygun bir
yapıya sahiptir. Gözümüzün retinasında bulunan koni hücrelerinin de üç ana
rengi, yani kırmızı, yeşil ve maviyi algılamasının nedeni de içlerinde bulunan
özel pigment molekülleridir. Bu pigmentlerin renkli bir dünya görmemiz için
gerçekleştirdikleri en hayati işlem kendilerine gelen ışığın "renk"
enerjisini elektrik sinyaline çevirmeleridir. Yani renk diye bildiğimiz her şey
aslında bu pigmentlerin kendilerine gelen ışığın dalga boyunu elektrik sinyali
olarak beyne iletmeleridir.10
Görünür ışığın sahip olduğu enerji düzeyi,
canlıların derilerinde, derilerini kaplayan pullarında, tüylerinde veya
kürklerinde bulunan pigment moleküllerini harekete geçirmek için gereken enerji
düzeyine eşittir. Görünür ışığın aralığı içinde olan ve belirli renklere
karşılık gelen dalga boyları bu pigmentleri harekete geçirerek canlıların
renklerini oluştururlar.11
Görüldüğü gibi canlıların hem görme merkezlerinde
hem de vücutlarında bulunan pigmentler, işleyen diğer vücut sistemleriyle
birlikte tam bir uyum halindedirler. Bir canlının görme merkezinde özel bir
pigment molekülünün bulunmaması veya gerektiğinden az bulunması onun
çevresindeki renkleri ayırt edememesine neden olur.
Burada üzerinde durulması gereken nokta bu
özel moleküllerin canlıların derilerinde nasıl oluştuğu sorusunun cevabıdır. Bu
sorunun cevabını da yine sorular sorarak verebiliriz. Canlılar yeryüzüne ulaşan
özel ışık tayfının özelliklerini bilip ona göre özel pigment molekülleri
seçerek mi bu renklere sahip olmuşlardır? Elbette böyle bir tesadüfün
gerçekleşmesi ihtimali sıfırdır.
Bu özel moleküller canlıların derilerine
özel olarak yerleştirilmiştir. Açıktır ki ne canlıların böyle bir işlemi kendi
iradeleriyle gerçekleştirmeleri, ne de kontrolsüz tesadüflerin böyle bir oluşum
meydana getirmesi mümkün değildir. Çünkü söz konusu uyum ancak her şeyi kontrol
altında tutan bir İrade'nin yaratmasıyla gerçekleşebilecek bir uyumdur. Allah her
canlıyı kendine has çok detaylı özelliklere sahip olarak yaratmıştır. Canlı
cansız her nesne kendi özelliğine uygun pigmentlere sahiptir. Pigmentler ışığı
kendi moleküler yapılarına göre seçici bir şekilde emerler. Her pigment ışığa
karşı aynı tepkiyi vermez. Bundan dolayı da aynı kimyasal reaksiyonu
gerçekleştirmez ve aynı rengi oluşturmaz.
Örnek olarak bitkilerin yeşil
görünmelerine neden olan pigment moleküllerini yani klorofilleri verebiliriz.
Bu pigmentler Güneş’ten gelen belirli dalga boylarını emer ve yeşil rengi veren
dalga boyundaki ışığı yansıtırlar. Aynı zamanda güneş ışığından aldıkları
enerji, bitkilerin tüm canlıların besin kaynağı olan karbonhidratları
üretmelerini sağlar.12 Farklı pigment molekülleri
de kendi moleküler özelliklerine göre belirli dalga boylarındaki renkleri
yansıtırlar ve farklı kimyasal reaksiyonlar meydana getirirler.
Doğada oldukça fazla pigment çeşidi
vardır. Pigment moleküllerinin canlılık için özel olarak tasarlanmış olduğunu
görmek için sadece birkaç tane örnek vermek yeterli olacaktır.
Pigment Çeşitlerinden Örnekler:
Koruyucu Renk Kaynağı Melanin
Koruyucu Renk Kaynağı Melanin
Canlı gözleri gerçekte ışığa karşı son
derece hassastır ve olumsuz yönde çok kolay etkilenebilir. Ama biz gözlerimizde
Allah tarafından özel olarak yaratılmış olan destek sistemler sayesinde güven
içinde güneşe bakabiliriz, etrafımızı rahatlıkla görebiliriz. Bu destek
sistemlerden bir tanesi de gözlerde bulunan pigment molekülleridir.
Bilindiği gibi canlı gözlerinin renkleri
çeşitlilik gösterir. Bu rengi sağlayanlar da yine pigmentlerdir. Melanin, gözün
içinde bulunan ve göze rengini veren pigment maddelerinden bir tanesidir.
Saçınıza ve cildinize rengini veren madde de melanindir. Ancak melaninin görevi
sadece renk verici bir madde olması değildir. Araştırmacılar gözde bulunan
melanin maddesinin hem gözün zararlı ışınlardan korunmasında kullanıldığını,
hem de görüş gücünün artırılmasını sağladığını ortaya çıkarmışlardır. Doğada
ışığın oluşturacağı zararlı etkilere karşı en doğal çözüm olan melanin maddesi,
özellikle yüksek enerjili ışıkları, düşük enerjili ışıktan daha kuvvetli bir
şekilde emer. Yani maviden çok mor ötesini, yeşilden çok maviyi emer.13 Bu yolla melanin gözün lensini zararlı mor ötesi ışınlara karşı
korumuş olur. Retinanın dokusuna zarar verme özelliği olan renkleri belli
oranlarda filtreleyerek retinanın en ideal seviyede korunmasını sağlar. Böylece
sarı nokta hastalığı riskini azaltır. Göz melanini daha az olan kişilerde bu
hastalık daha sık görülmektedir. Gözdeki melaninin %25’i 50’li yaşlarda
kaybolur. Melaninin göz korumasında çok önemli bir görevi vardır.14
Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi
melanin maddesinin görevlerinin her biri, bize bu maddedeki özel tasarımı
göstermektedir. Bu mükemmel maddenin nasıl ortaya çıktığı sorusuna verilecek
cevap kuşkusuz ki böyle kusursuz bir yapıya sahip olan çok fonksiyonlu bu
maddenin tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız olduğudur. Melanin maddesi,
evrendeki her şey gibi Allah tarafından insanlara fayda verecek şekilde özel
olarak yaratılmış bir maddedir.
Canlı Renklerin Kaynağı Karotenoidler
Karotenoidler (ve lipokromlar)sarı,
kırmızı ve portakal rengini yansıtan ve bitkiler tarafından sentezlenen pigment
molekülleridir. Hayvanların bu pigmentten faydalanması ise ancak bitkilerle
beslenmeleri yolu ile gerçekleşir. Zehirli süngerler, deniz laleleri, zehirli
deniz hıyarları ve bazı yumuşakçalar bünyelerinde barındırdıkları karotenoid
maddesinin bir sonucu olarak ya kısmen ya da tamamen sarı, kırmızı veya turuncu
renklere sahiptirler. Bundan başka kelebeklerin kanatlarında ve kuşların
gagalarındaki sarı kısımlarda da karotenoid maddesi mevcuttur. Bazı böceklerde
özel bezler sarı ve kırmızı renk salgılar. Bu bileşikler genelde mat yeşildir
hatta renksizdir, ama zehirli böceklerin kanında parlak sarı bir renge dönüşür.
Bu renkler düşmanlara karşı bir uyarı niteliği taşımaktadır. Bundan başka
karotenoidler, bazı böceklerin vücutlarında zehirli bileşiklere dönüşürler,
böylece hem silah hem de uyarıcı olarak ikili bir görev yaparlar.15 Yüce Allah'ın yarattığı bu özel sistem sayesinde pek çok canlı
yaşamını rahatlıkla sürdürür.
Buraya kadar doğada var olan pigment
çeşitlerinden sadece birkaç tanesini inceledik. Bu incelemeler ışığında
vardığımız sonuç pigmentlerin, bu pigmentleri oluşturan atomların, oluşan
renklerin tümünde kendini gösteren düzenin varlığı oldu. Bu üstün düzenin sahibi
tüm alemlerin Rabbi olan Allah, doğada yarattığı benzersiz renk sanatı ile bize
Kendisi'ni tanıtmaktadır.
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece
onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin?
Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir. (Hac
Suresi, 46)
RENKLERİN DİLİ
Renkler nasıl insanlar için çevrelerini
tanımakta önemli iseler aynı şekilde diğer canlıların yaşamlarını sürdürmeleri
için de vazgeçilmezdirler.
Canlılar sahip oldukları ışık ve algılama
sistemlerine göre işleyen bir "renk dili"ne sahiptirler. Yani her
canlı türü için renklerin ifade ettiği anlamlar değişmektedir. Her canlının
yaşamını sürdürebilmesi için yaşadığı ortamdaki renklerin dilini bilmesi
zorunludur. Çünkü yaşamsal faaliyetler ancak bu dilin algılanmasıyla
yönlendirilir. Peki canlılar bu renk dilini nasıl kullanırlar?
Öncelikle canlıların çok büyük bir bölümü
besin bulabilmek için renklerin yardımına ihtiyaç duyarlar. İkinci olarak deri,
pul veya kürk gibi oluşumlarında bulunan renkler, özellikle ısıyı yayma veya
tutma gibi özellikleriyle canlılığın devamı açısından çok önemli bir rol
oynarlar. Ayrıca canlılar düşmanlarından korunurken de renklerini kullanırlar.
Yaşadıkları çevreyle uyum içindeki renkleri sayesinde kamufle olur,
düşmanlarından gizlenebilirler. Veya üzerlerinde taşıdıkları renkler ve
desenler düşmanları açısından caydırıcı bir görünüm oluşturabilir. Rengin
yardımcı olduğu bir başka nokta da canlıların eşlerini veya yavrularını
tanımalarıdır. Örneğin anne kuş yavrusunun besin ihtiyacını gagasının rengi
sayesinde anlar. Aynı şekilde yavru da annesini bu şekilde tanır ve besinin
geldiğini anlar.16 Doğadaki bu örneklerde de görüldüğü gibi
canlılar, yaşamlarını sürdürebilmek için renklerin anlamlarını doğru olarak
bilmelidirler. Bu bilgiyi doğru olarak alabilmeleri için de, bunu
algılayabilecekleri uygun sistemlere sahip olmaları gerekir.
Eğer bu sistemler olmasa dış ortamı
algılayamaz ve hayatlarını sürdürmeleri için gereken faaliyetleri yapamazlardı.
Besinlerini tanıyamazlardı, düşmanlarını ayırt edemezlerdi. Dolayısıyla dış
dünyadan kopar, ölüme mahkum olurlardı.
Canlıların sahip olduğu bu detaylı
sistemin rastlantısal bir biçimde meydana geldiği asla iddia edilemez. Çünkü
her sistem, her uyum, her tasarım, her program, her plan, her denge bir
düzenleyici tarafından yaratılmak zorundadır. Bu uyumu en mükemmel biçimde
canlıların içine ve yaşadıkları çevreye yerleştiren bir irade ve güç mutlaka
vardır. Bu gücün sahibi, üstün bir bilgi ile hem ortamı hem canlının kendisini
hem de kullandığı sistemleri sarıp kuşatmıştır. Bu gücün sahibi alemlerin Rabbi
olan Allah'tır.
Canlıları incelediğimizde renklerin dilini
ustalıkla kullandıklarını görürüz. İşte canlıların yaşamlarında önemli bir yer
kaplayan renklerin dilinden örnekler:
Kamuflaj
Hayvanlardaki savunma taktiklerinin en
önemlilerinden biri de kuşkusuz ki kamuflajdır. Kamuflaj yapan canlılar
yaşadıkları ortama son derece uyumlu şekilde yaratılan vücut yapıları ile adeta
özel bir koruma altına alınmışlardır. Bu canlıların vücutları bulundukları
ortamla o kadar uyumludur ki, resimlerine bakıldığında bazılarının bir bitkiye
mi yoksa bir hayvana mı ait olduğunu anlamak ya da aynı ortamda bulunan
hayvanla bitkiyi birbirinden ayırt edebilmek neredeyse imkansızdır.
Yaşadıkları ortamın renklerine göre kendi
renklerini değiştiren canlılar her zaman bilim adamlarının ilgisini çekmiştir.
Yapılan araştırmalar, bir canlının nasıl olup da kendisinden tamamen farklı
yapıdaki bir canlıya tıpatıp benzediği sorusunun cevabını bulabilmek içindir.
Örneğin bahçede yürürken yaprak
zannettiğiniz için üzerine basmaktan son anda kurtulduğunuz kurbağanın ne gibi
işlemler yaparak o desenlere ve renge sahip olduğunu hiç düşünmüş müydünüz?
Kurbağanın yaptığı kamuflaj onun için çok önemli bir savunma aracıdır. Bu
sayede bulunduğu ortamda görünmez hale gelen kurbağa düşmanlarından kolaylıkla
kurtulmuş olur.
Pembe bir çiçeğin üzerindeki pembe
örümcek, çiçekteki açıklı koyulu pembe rengi aynı tonları ile tutturabilirken
aynı tür örümceğin başka bir üyesi farklı bir çiçeğin üzerinde -örneğin sarı
bir çiçeğin üzerinde- aynı rengi alabilmektedir.
İnsan bir dala bakıp üzerinde hiçbir şey
yok zannederken aniden bir kelebek uçup gidebilir. Bir saniye önce, üzerindeki
kurumuş ve kopmuş bölgelere kadar tam bir yaprak görünümünde olan bu kelebek,
kamuflaj mucizesinin kusursuz bir örneğidir.
İlerleyen sayfalarda görüleceği gibi,
canlıların üzerlerinde bulundukları cisimlere benzemesi düşmanlarının onları
fark etmelerini önler. Elbette kamuflaj yapan canlılar, korunmak amacıyla
vücutlarını yaprağa, bir dala ya da bir çiçeğe kendi kendilerine benzetmiş
değildirler. Hatta onlar bu benzerlikler sayesinde korunduklarının bile
farkında değildirler. Ama buna rağmen istisnasız bütün örneklerde kamuflaj çok
ustaca yapılmaktadır. Çiçeğin rengiyle aynı olan bir böcek, yaprak dalı gibi
hareketsiz duran bir yılan, ıslak zeminin rengini alan bir kurbağa kısacası
kamuflaj yapan tüm canlılar, kamuflajın özel olarak yaratılmış bir savunma
taktiği olduğunu kanıtlayan birer delildir.
Hiçbir canlı böyle bir işlemi kendi
kendine ya da tesadüfen gerçekleştiremez. Elbette ki canlılara kamuflaj
yeteneğini veren, renk değişimini gerçekleştirecekleri kimya laboratuvarlarını
vücutlarına yerleştiren üstün akıl ve bilgi sahibi olan Allah'tır.
Sürüngenlerdeki Kamuflaj Teknikleri
Bir sürüngen vahşi doğada düşmanlarından
korunabilmek için ne yapar? Hızlı hareket edemeyen bu canlılar için en kolay
yöntemlerden biri kuşkusuz ki gizlenmektir. En iyi gizlenme yöntemi ise
canlının vücudunun ortamla uyum içinde olmasıdır. Renk ve desenler gerçekte pek
çok canlı için hayat kurtarıcı özelliğe sahiptirler. Mesela Afrika'nın yağmur
ormanlarında yaşayan tropik bir yılan olan Rhino Viper'ın, mavi, kırmızı, sarı,
beyaz ve siyahın geometrik desenleri ile süslenmiş derisi sayesinde ormanın
içinde ayırt edilmesi neredeyse imkansızdır. Yan sayfalardaki yılanların sahip
olduğu renkler ilginç bir biçimde içinde yaşadıkları ortamla tam uyumludur. Bu
birebir uyum akla bazı sorular getirecektir. Böylesine uyumlu renkler nasıl
ortaya çıkmıştır? Bunun tesadüfen oluşması ya da böyle bir yapıyı sürüngenin
kendi kendine oluşturması mümkün müdür?
Elbette ki böyle bir şey mümkün değildir.
Sürüngenin önce bulunduğu ortamın analizini yapıp, arkasından kendisinde ne
gibi değişiklikler yapması gerektiğine karar vererek, desen ve renk belirlemesi
mümkün değildir. Üstelik vücudunda böyle bir değişim için gerekli olan kimyasal
işlemleri gerçekleştirebilecek bir sistem oluşturduğunu iddia etmek tamamen
akıl ve mantık dışıdır. Sürüngenin bu renklere tesadüfen sahip olduğu gibi bir
iddia da anlamsızdır.
Yeryüzündeki akıl sahibi yegane varlık
olan insan bile vücudundaki herhangi bir yerin rengini değiştiremez. Bu
değişikliği sağlayacak bir sistemi kendi bedeni içinde oluşturamaz. Bu durumda
bir sürüngenin renginin, çevrenin rengiyle tonları dahi farklı olmayacak
şekilde kusursuz bir benzerliğe sahip olmasının tek bir açıklaması vardır. Bu
canlı çok üstün bir akıl sahibi tarafından var edilmiştir. Bu akıl, üstün ve
sonsuz güç sahibi olan Yüce Rabbimiz Allah'a aittir. Allah her canlının
ihtiyacını en iyi bilendir.
En Ünlü Kamuflajcı Sürüngen: Bukalemun
Hiç bulunduğu ortama göre renk değiştiren
bir bukalemun gördünüz mü? Bu gerçekten de görülmeye değer olaylardan biridir.
Zira bukalemun öylesine üstün bir kamuflaj yeteneğine sahiptir ki, bu işi
yapmaktaki çabukluğu ile insanı hayrete düşürür. Diğer pek çok sürüngen de renk
değiştirme yeteneğine sahip olduğu halde hiçbiri bunu bukalemun kadar hızlı
yapamaz. Bukalemun, derisinin altındaki kırmızı ve sarı renk taşıyıcıları, mavi
ve beyaz yansıtıcı tabakaları ve en önemlisi de duruma göre derisinin rengini
değiştiren kromatofor hücrelerini büyük bir ustalıkla kullanabilir.29 Örneğin bir bukalemunu sapsarı bir ortama koyduğunuzda vücudunun
renginin de hızla sarı renge dönüştüğünü ve ortama uyum sağladığını görürsünüz.
Üstelik bukalemun sadece tek bir renge değil alacalı renklere de tam bir uyum
gösterebilmektedir. Bunu başarabilmesinin sırrı ise bu usta kamuflajcının
derisinin altındaki renk hücrelerinin boyutça büyümeleri ve hızla yer
değiştirerek bulundukları yere uyum göstermeleridir. Peki bukalemun bu son
derece mükemmel değişimi kendi kendine yapabilir mi? En usta ressamın dahi bir rengin
aynısını elde etmek için saatlerce uğraşması gerekirken, bu hayvanların
yaşadıkları ortama ayırt edilemeyecek şekilde karışmaları nasıl
gerçekleşmektedir?
Böyle bir işlemi bukalemunun kendi
iradesiyle yaptığını iddia etmek elbette ki akıl dışı olacaktır. Çünkü bir
sürüngenin kendi bedeninin görünümünü belirlemesi, hatta görünümünü
değiştirecek bir sistemi vücudunun içine yerleştirmesi elbette ki mümkün
değildir. Veya bu canlının vücudundaki tüm hücrelere, atomlara hakim olduğunu,
onlar üzerinde dilediği ayarlamayı yaptığını, gerekli pigmentleri oluşturduğunu
iddia etmek de son derece saçmadır. Böyle üstün bir yeteneğin tesadüfen
oluştuğunu iddia etmek ise tamamen tutarsız ve anlamsız bir iddiadır. Doğadaki
hiçbir mekanizma böyle kusursuz bir yeteneği oluşturma ve ihtiyacı olan canlıya
verme gücüne sahip değildir. Bukalemunlar da yeryüzündeki diğer tüm canlılar
gibi Allah tarafından yaratılmışlardır.
Allah yaratma sanatındaki benzersizliği bize bu örneklerle de göstermektedir.
Allah üstün ve güçlü olandır.
Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı
tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye güç
yetirendir. (Hadid Suresi, 1-2)
Ortama Göre Renk Değiştirme
Canlılar renkleri kullanarak sadece
düşmanlarından mı korunurlar? Tabi ki hayır. Bazı hayvanlar, vücutlarını
kaplayan tüylere rengini veren enzimler sayesinde soğuktan ve sıcaktan da
korunurlar. Soğuk bölgelerde yaşayan hayvanlarda, vücudun en hassas kısımları
olan bacak ucunda, kulakta ve burunda yer alan tüyler koyu renklidir. Koyu
renkli tüyler, insanların kışın koyu renk giysiler giyerek güneş ışınlarından
daha fazla faydalanmaya çalışmaları gibi, hayvanların da ısı enerjisini daha
çok alıp, daha kolay ısınmalarını sağlar. Renk değişimi, kara hayvanlarında sık
rastlanan bir durumdur. Örneğin yazın kuzey tilkilerinin tüyleri beyazlaşır,
çünkü vücut sıcaklıkları yüksek olur. Kışınsa havalar soğuduğu için, vücut
sıcaklıkları düşer ve enzimlerin rahatça çalışabileceği bir ortam sağlanır. Bu
nedenle kışın kuzey tilkilerinin tüyleri koyulaşır. Yine kuzey enlemlerinde
yaşayan tavşanlar, tilkiler, gelincik ve sansarlar da yazın kahverengi, kışın
ise beyaz renge bürünürler.
Renk değişimini sağlayan enzime tirozinoz
adı verilmiştir.
Bazı kuşlar da kış aylarında bembeyaz bir
renk alırken, bahar geldiğinde toprağın ve bitki örtüsünün rengine uygun yeni
bir görünüme bürünürler.
Mesaj Veren Renkler
Canlılar renkleri çok farklı alanlarda
kullanırlar. Birbirlerine çeşitli konularda mesajlar vermeleri de bunlardan
biridir. İlerleyen sayfalarda bu konudaki örneklerin bir kısmına yer vereceğiz.
Kuşlardaki Renkler
Kuşların rengarenk tüylerinin en önemli
özelliklerinden birisi cansız yapılar olmalarıdır. Bir tüyün tamamen cansız
olması, kopan tüyün rengini aynen muhafaza etmesinin de nedenidir.
Kuşlardaki zengin renk çeşitliliği,
tüylerin içerisinde yer alan ve tüy ilk oluşmaya başladığı sırada depolanan
pigmentlerin varlığına veya tüylerin yapısal özelliği nedeniyle ışık hareketlerine
bağlı olarak meydana gelir.
Keratin maddesinden meydana gelen bu
oluşumlar, çevre koşulları nedeniyle kısa sürede yıprandıklarından belirli
zaman aralıklarıyla yenilenirler. Ama hayvan her seferinde rengarenk tüylerine
tekrar kavuşur. Çünkü kuşların tüyleri gerekli uzunluğa, türün renk ve desen
özelliklerine tam olarak ulaşıncaya kadar gelişmelerini sürdürürler.
Tüyler sahip oldukları farklı yapı
sayesinde tıpkı cam prizmanın ışığı renklere ayrıştırması gibi bir görünüm
sunabilirler. Bu şekilde ışığın kırılmasıyla ortaya çıkan renkler, pigmentlerce
renklendirilmiş olanlardan daha canlı ve metaliktirler. Bu tüylerin renkleri
maviden yeşile, portakal renginden kırmızıya değişir. Genellikle kuşlardaki
yeşil, mavi ve metalik renkler ışığın yansıma ve kırılması sonucu oluşur. Ancak
bazı renkler pigmentlerden de kaynaklanabilir.38
Kuşlarda başlıca üç tür pigment görülür.
Bunlar,siyah, kahverengi ya da donuk sarı rengi sağlayan melanin pigmentleri;
kırmızı, sarı ve portakal rengini veren karotenoidlerdir.
Kuşlardaki mavi, yeşil ve diğer bazı
parlak renkler ise, tüylerin üzerindeki mikroskobik ince levhacıklarla ışığın
kırılması ve yansıması sonucunda meydana gelirler. Örneğin, bazı kuşlardaki
mavi renk, ışık tayfındaki tüm renklerin tüyler tarafından emilmesi ve yalnız
mavi rengin yansıtılmasıyla ortaya çıkar.39
Hormonlar da kuşlardaki renk
değişikliğinde önemli rol oynarlar. Bazı türlerin erkek ve dişi bireylerindeki
renk farklılığı eşeysel hormonlardan kaynaklanır. Örneğin, horozlarla
tavukların tüy şekli ve renklerinin farklı olması östrojen hormonuna bağlıdır.
Kuşlardaki renkler, bulundukları çevreye
uyma, erkek ve dişi bireylerin birbirlerini tanıması ve üreme mevsiminde erkek
kuşların dişilere kur yapması sırasında önemlidir. Ayrıca tüylere renk veren
pigmentler, tüyün dayanıklılığını artırır, güneş ışınlarından ısı depolar ve
zararlı ultraviyole ışınlarının vücuda girmesini engellerler.
Kelebekler
Kelebek kanatlarındaki renk oluşumu son
derece ilgi çekicidir. Bir kelebeğin kanatlarının üzerindeki pullar vasıtasıyla
ışık yansır ve ortaya "gerçekte olmayan", ama akılalmaz bir simetri
ve güzellik sergileyen renkler çıkar. "Gerçekte olmayan" diyoruz,
neden mi?
Kelebekler, vücutlarına kıyasla oldukça
geniş bir yüzeye sahip olan kanatlarının güzelliğiyle bilinirler. Peki kelebek
kanatlarındaki bu muhteşem desenler ve renkler nasıl ortaya çıkmaktadır?
Kelebekler aslında saydam olan bir çift
zar kanada sahiptirler. Bunlar, yoğunlukları farklı pullarla kaplı olduğu için
zar kanatların saydamlıkları belli olmaz. Kelebek kanatlarının aerodinamiğini
(hava akımlarından faydalanarak yapılan hareketler) artıran, onlara rengini
veren işte bu pullardır. Dokunulduğu anda yerlerinden kopacak kadar hassas olan
pulların, kelebeğin kanadına saplanan sivri uçları vardır. Bu sayede pullar
dökülmeden durabilirler. Kanadın üstüne bir damın kiremitleri gibi dizilmiş
olan her pulcuk ya kimyasal pigmentlerle ya da sabun köpüğündeki gibi üstüne
düşen ışığı gökkuşağı renklerine kıran yapısı ile renk kazanır. Ayrıca
laboratuvar araştırmaları, farklı renklerin farklı kimyasal maddelere bağlı
olduklarını da göstermiştir.40 Örneğin Pteridin denilen
boya maddesinin türevleri kelebeklerde genelde görülen pembe, beyaz ve sarı
renkleri sağlayan maddelerdir. Çok sık rastlanan melanin adlı boya maddesi ise
kanatlardaki siyah beneklerde bulunur. Ayrıca kelebeklerin kanatlarındaki
renkler her zaman göründükleri gibi değildirler. Örneğin yeşil renkli pullar;
siyah ve sarı pulların karışımından oluşmaktadır. Kelebeklerin kanatları
üzerinde yapılan son incelemeler, pigmentlerin pulcuklarda sentezlendiğini ve
melanin üretimi için gerekli olan enzimlerin pulcukların üst derisinde
bulunduğunu göstermiştir. Kelebeklerdeki bu çok değişken renkler yalnızca boya
maddelerinden kaynaklanmaz. Kelebeğin kanatlarındaki pulların yapısı, düzeni,
yansıma, kırılma gibi ışık olaylarının ortaya çıkmasına ve muhteşem
güzellikteki renklerin doğmasına neden olur. Mesela, Stilpnotio Salicis
kelebeğinin hava kabarcıklarıyla dolu yarı saydam pulları vardır. Bu pullarda
boya maddesi bulunmamasına rağmen, içlerinden geçen ışık, kelebeğin satene
benzer bir görünüm almasını sağlar.
Argynnis kelebeğininse kanat pullarının
yüzeyi inanılmayacak kadar yumuşaktır ve kanatlarında gümüşi yansımalar vardır.
Bazı kelebeklerde birbiri üstüne gelen iki pul tabakasının farklı dizilişleri
de değişik ışık yansımaları meydana getirebilir, mesela kelebeğin siyahımsı ya
da kahverengi değil de mavi görünmesini sağlayabilir. Kelebeklerin kanat
yapısını, sadece renklerini göz önüne alarak incelediğimizde bile pek çok
mucizeyle karşılaşırız. Böyle olağanüstü güzellikteki bir görünümün varlığı hiç
kuşkusuz tüm bunları yaratan Allah'ın üstün kudretinin ve nihayetsiz sanatının
bir delilidir.
Bu arada belirtmek gerekir ki,
kelebeklerin kanatlarındaki renklerin ve desenlerin bir süs olarak yaratılmış
olmalarının yanında, bu canlılar için hayati başka pek çok fonksiyonları da
vardır.
Kelebeklerdeki Yalancı Gözler
Pek çok kelebeğin üzerinde büyük bir
canlının gözlerini çağrıştıran koyu renkli yuvarlak desenler vardır. Yine
kanatların üzerindeki renkli pulcuklardan meydana gelen bu gözler kelebeklerin
en önemli savunma mekanizmasını oluştururlar. Kelebekler dinlenirken
kanatlarını kapalı pozisyonda tutarlar, herhangi bir düşmanla karşılaşma ya da
ufak bir dokunuş sonucunda kanatlar ani olarak açılır ve kanat zeminindeki iri
ve koyu renkli parlak göz desenleri ortaya çıkar. Bu sayede düşmana gereken
mesaj iletilmiş olur.
Kelebeklerin Kamuflajı
Kelebeklerin sahte gözler dışında kamuflaj
yetenekleri de şaşırtıcıdır. Kamuflaj yapan kelebekler çalının rengini
görmekte, tespitler yapıp, bunları analiz etmekte, çok iyi işleyen bir sistemle
vücutlarında ürettikleri renklerle çalının rengine bürünmekte, düşmanının
zevklerinden haberdar olan başka bir türse onun hoşuna gitmeyecek renklere
bürünerek uyarı mesajları vermektedir. Daha doğrusu bir kelebeğin saydığımız
tüm bu işlemleri yapması asla mümkün değildir. Bunu şöyle bir örnekle
belirginleştirebiliriz:
Bir laboratuvar ortamında herhangi bir
rengi oluşturmaya çalıştığınızı düşünün. Bu konuda hiç bilginiz yoksa,
bulunduğunuz laboratuvar ne kadar gelişmiş aletlerle ya da imkanlarla dolu
olursa olsun istediğiniz gibi kesin bir sonuç alamazsınız. Bırakın kelebeklerin
yaptığı gibi ortamla aynı rengi, aynı desenleri oluşturup, tamamen görünmez
hale gelecek bir kaliteyi tutturmayı, herhangi anlamlı bir renk bile
oluşturamazsınız. Durum böyleyken kelebeklerdeki bu muazzam sistemin
tesadüflerle oluştuğunu iddia etmek elbette ki bilimsellikten uzak ve akıl dışı
bir iddia olacaktır. Ortada bir düzen varsa, onun bir düzenleyicisi de vardır.
Yeryüzündeki kusursuz düzen Rahman olan Allah'a aittir. Akıl sahibi insanlara
düşen Allah'ın yaratması üzerinde detaylı olarak düşünmektir. Yüce Rabbimiz
Allah Nahl Suresi'nde şöyle bildirmektedir:
Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli
renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir
topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 13)
Işığı Emen Siyah Benekler
Bazı kelebeklerde özellikle kanatların
gövdeye yakın kısımlarında pullardan oluşmuş büyükçe koyu renkli benekler
vardır. Her iki kanatta simetrik olarak yer alan bu benekler kelebeklerin
uçabilmesi için çok önemli bir fonksiyona sahiptir. Uçmak için gerekli olan
vücut sıcaklığına ulaşabilmek için kelebekler bu beneklerden faydalanırlar.
Nasıl mı?
Pullar renklerine göre ısıyı maksimum veya
minimum seviyeye getirebilme özelliğine sahiptirler. Güneş’in altında, sanki
belli bir açıyı tutturmaya çalışıyormuş gibi kanatlarını açıp kapayan
kelebekleri hepimiz görmüşüzdür. İşte bu hareketi yaparak güneş ışığını almaya
çalışan kelebeklere kanatlarındaki siyah benekler yardımcı olur. Gövdesini
ısıtması gereken kelebek güneş ışınlarının bu beneklere gelmesini ayarlayacak
şekilde kanatlarını açıp kapatır, böylece bedenini kolaylıkla ısıtmış olur.
Açık arazide Güneş’in altında kalan kelebeklerin rengi diğerlerine göre daha
açıktır, ormanlık arazidekilerin rengi ise daha koyudur. Bazı Lepidoptera
kelebekleriyse kanatlarında pul olmadığı için ışığı yansıtamazlar, bu yüzden
saydamdırlar. Bu kelebek türünü uçarken görebilmek mümkündür ama bir yere
konduklarında görmek hemen hemen imkansızdır. Bu da kelebek için mükemmel bir
korunma teşkil eder. Tüm canlılarda olduğu gibi kelebekler de bütün
ihtiyaçlarını tam olarak karşılayabilecekleri sistemlerle birlikte
yaratılmışlardır ve bunların hepsi birbirine bağlı olan, biri olmazsa öbürü
olmaz sistemlerdir.
Kainattaki her varlık gibi kelebekler de
sahip oldukları detaylarla Allah tarafından, ihtiyaçları olacak her türlü
sistemle, yaratılmışlardır.
Deniz Altındaki Renkler
Su altındaki yaşam, karadakine oranla çok
farklıdır. Suda yaşayan canlıların tüm özellikleri suyun içinde en rahat
yaşayabilecekleri şekilde düzenlenmiştir. Bir insan suda bir balığın gördüğü
gibi göremez, çünkü insan gözü su altında net görmeyi sağlayacak özelliklere
sahip değildir. Örneğin balıklardaki gibi bir lens sistemi yoktur ya da insan
gözü bir balığınki gibi küresel ve sert değildir, bu yüzden suda balıklar kadar
net bir görüş sağlayamaz, sudaki kırılmayı değerlendiremediği için de balıklar
kadar net bir uzaklık ayarı yapamaz.
Allah her canlıyı bulunduğu ortamla en
uyumlu özelliklere sahip olacak şekilde yaratmıştır. Deniz altındaki canlılar
Allah'ın yaratma sanatının örneklerinden sadece küçük bir bölümünü oluştururlar. Allah yaratmada hiçbir ortağı olmayan, her
şeyi kontrolü altında tutandır.
…Allah'tan başka ilah yoktur. Ve şüphesiz Allah,
üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 62)
Bitkilerdeki Renklerin Tasarımı
İnsan düşünmediği zaman çevresinde bulunan
canlılardaki mucizevi özellikleri göremez. Örneğin zar gibi ince kanatlara
sahip olan kelebeklerin nasıl olup da uçtuğunu, her an her yerde gördüğü
çiçeklerin nasıl olup da bu kadar çeşitli renklere sahip olduğunu, metrelerce yükseklikteki
ağaçların en uç dallarının bile nasıl olup da yemyeşil kaldığını düşünmediği
sürece, bunlardaki incelikleri kavrayamaz. Hatta bir çiçekteki olağanüstü sanat
dikkatini çekmeyebilir.
Oysa bu kitap boyunca incelediğimiz gibi
böceklerden kuşlara, bitkilerden balıklara kadar tüm canlılarda kusursuz bir
sanat apaçık sergilenmektedir. Kuşkusuz bu sanat, tüm canlıların yaratıcısı
olan Allah'a aittir.
Bitkileri düşünelim. Meyveleri, sebzeleri,
çiçekleri ve ağaçları… Her biri farklı renklere, kokulara ve tatlara sahip olan
bitkiler Allah'ın yaratma sanatının delillerindendir. Çevrenizde her an
gördüğünüz, kimi zaman da sadece kitaplardan tanıdığınız bitkilerin her biri
kendine özgü renklere ve desenlere sahiptir. Hepsinin üreme şekilleri
farklıdır, içerdikleri nektar oranı, kokuları hep birbirinden farklıdır.
Gülleri düşünelim. Kırmızı, beyaz, sarı, turuncu, pembe, kenarları beyazlı,
çift renkli hatta geçişli renklere sahip gülleri… Kuşkusuz bunları gören bir
insanın hayranlık duymaması, bu çiçekleri yaratan Allah'ın sonsuz kudretini
kavrayamaması çok büyük bir körlük olur. Allah Kuran'da gördüğü yaratılış
delillerini takdir edemeyen insanlardan şöyle bahsetmiştir:
Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki,
üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a iman
etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 105-106)
Bitkilerin Neden Yeşil Renkte Olduğunu Hiç
Düşünmüş müydünüz?
Bilindiği gibi bitkiler dünyasında hakim
olan renk yeşil ve yeşilin tonlarıdır. Yeşil rengi oluşturan ana madde ise
klorofildir. Son derece önemli bir madde olan klorofil bitki hücresinin
sitoplazmasında dağınık halde bulunan kloroplastlardaki bir pigmenttir.
Güneş’ten aldıkları ışığı rahatça yutacak niteliğe sahip olan bu pigmentler
yalnızca yeşil rengi yansıtırlar. Bu özellik, yapraklara yeşil renk vermesinin
yanı sıra, "fotosentez" gibi hayati bir işlemin gerçekleşmesini de
sağlamaktadır.
Bitkiler fotosentez işleminde değişik
renklerin birleşiminden oluşan güneş ışığını kullanırlar. Güneş ışığındaki renklerin
en önemli özelliklerinden biri enerji yüklerinin birbirinden farklı olmasıdır.
Bu renklerin ayrıştırılması ile ortaya çıkan ve tayf adı verilen renk dizisinin
bir ucunda kırmızı ve sarı tonları, öbür ucunda da mavi ve mor tonları bulunur.
En çok enerji taşıyanlar tayfın mavi ucundaki renklerdir.
Renkler arasındaki bu enerji farkı
bitkiler açısından çok önemlidir çünkü fotosentez yapabilmek için çok fazla
enerjiye ihtiyaçları vardır. Bu nedenle bitkiler fotosentez sırasında güneş
ışınlarından en çok enerji taşıyanlarını, yani tayfın morötesi ucundaki
renklerle (mavi ve mor) birlikte tayfın kızılötesi ucundaki renkleri (kırmızı,
turuncu ve sarı) soğururlar yani emerler. Yapraklar bütün bu işlemleri
kloroplastlarda bulunan klorofil pigmenti sayesinde başarırlar.51
Bitkinin fotosentez yapabilmesi için,
klorofil maddesinin emdiği ışık parçacıklarının enerji seviyesinin yeterli
olması gereklidir. Kısaca fotosentez işlemini özetleyelim. Bitki, bu ışık
parçacıklarından aldığı enerjiyle su moleküllerini kırar ve oksijen ile
hidrojen molekülleri elde eder. Elde edilen hidrojen, bitkinin yaşamını
sürdürmesi için karbondioksit gazındaki karbon atomlarıyla reaksiyona girerek
bitkinin öz suyu haline dönüşür. Yani bitki kendi besinini oluşturmuş olur.
Kullanılmayan oksijen ise havaya verilir. Atmosferde soluduğumuz oksijenin çok
büyük bir bölümü bu yolla oluşur.
Görüldüğü gibi bitkilerin yeşil olması
estetik bir görüntü vermesinin yanı sıra hem bitkilerin hem de diğer canlıların
yaşamlarını sürdürebilmeleri için son derece hayati bir öneme sahiptir. Allah,
bitkilerin ve diğer bütün canlıların beslenmesinde klorofil maddesini sebep
kılmaktadır.
Bitkilerdeki Farklı Renkler Nasıl Ortaya
Çıkmaktadır?
Daha önce de söz ettiğimiz gibi, her
maddenin yansıttığı renk, o maddenin sahip olduğu pigment moleküllerine
bağlıdır. Yeşil bitkilerdeki asıl pigment molekülü de daha önce bahsi geçen
"klorofil" maddesidir. Bunun yanı sıra bitkilerde başka renkleri
oluşturan pigmentler de bulunur ve bu farklı pigment türleri bitkilerde gördüğümüz
olağanüstü renk çeşitliliğinin oluşumunu sağlar.
Örneğin klorofile ek olarak bitkilerde
"karotenoid" adı verilen pigmentler de vardır. Daha önce detaylarını
incelediğimiz bu pigmentlerin bazıları sarıdır; mısırlara, limonlara,
ayçiçeklerine renklerini verirler. Diğer karotenoidler sarıdan daha fazla
kırmızıdırlar; bunlar şeker pancarlarında, domateslerde, güllerde, havuçlarda
bulunmaktadır. Karotenoidler aynı zamanda yeşil yapraklarda da bulunmaktadır. O
halde neden yapraklar kırmızı, sarı ya da turuncu değil de ağırlıklı olarak
yeşil renklerde görünürler diye düşünülebilir. Bunun nedeni, klorofilin
yeşilinin diğer renklerin görülmesini engelleyecek kadar güçlü olmasıdır.52
Bununla birlikte sonbaharda değişiklikler
meydana gelir. Gün ışığının azalması ile birlikte bitkiler klorofil üretmeyi
durdururlar ve bu yüzden yeşil rengi veren pigmentlerin gücünde azalma olur ve
yapraklardaki yeşil renk solmaya başlar. Karotenoidler yaprakları kahverengi,
sarı ve kırmızıyla renklendirirler. Aynı zamanda sonbaharda bazı yaprakların
dış tabakalarında "anthocyanin" adı verilen bir grup pigment
üretilir. Parlak kırmızı ve mavi olan bu pigmentler yapraklarda kırmızı ve
pembe renkleri oluşturan maddelerdir. Eğer bir bitkide birden fazla pigment
bulunuyorsa, bu durumda bitkide, pigmentlerin yansıttığı rengin karışımı
görülür.53
Kendisine renk veren pigmentlerin tümünün
bilgisi o bitkinin DNA'sında kodludur. Bu yüzden bir bitki türü dünyanın
neresine gidilirse gidilsin aynı özellikleri taşır. Örneğin dünyanın her
yerindeki portakalların rengi aynıdır, şekilleri ve kabuklarının dokusu
aynıdır. Portakalın kabuğunun içinde bulunan içi turuncu renkli, kokulu,
şekerli su dolu torbacıkları oluşturan şeffaf zarın rengi dünyanın hiçbir
yerinde değişmez. Muzlar dünyanın her yerinde sarıdır, domatesler kırmızı,
güller, menekşeler, karanfiller hep aynıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin
doğal olarak yetişen bir çileğin farklı bir renk taşıdığını göremezsiniz.
Dünyanın her yerindeki çileklerin DNA'sında, onları bildiğimiz çilek haline
getiren özellikler mevcuttur. Çileğin rengi, kokusu, lezzeti hep aynıdır. Bu
eşi benzeri olmayan bir düzendir. Böyle bir düzenin kendi kendine gelişen
tesadüflerle oluştuğu elbette ki iddia edilemez.
Dünyanın her yerine hakim olan bu
benzersiz sanatın sahibi üstün bir akıl sahibi olan Allah'tır. Allah her şeye
güç yetirendir.
Aynı toprakta yetişmesine, aynı su ile
sulanmasına rağmen nasıl olup da bitkilerde bu kadar çeşitli renklerin ortaya
çıktığını hiç düşünmüş müydünüz?
Allah Rad Suresi'nde aynı su ile
sulanmasına rağmen topraktan farklı ürünlerin çıkmasına şöyle dikkat
çekmektedir:
Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar
vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki,
bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bazısını
bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için
gerçekten ayetler vardır. (Rad Suresi, 4)
Bitkilerin yaptıkları fotosentez işlemi
sonucunda diğer canlıların besin kaynakları olan karbonhidratlar oluşur.
Fotosentez sonucunda üretilen maddeler hem bitkilerin kendileri, hem hayvanlar,
hem de insanlar için son derece önemlidir. Çünkü yeryüzündeki tüm canlıların
temel besin kaynağı bitkilerdir.
Allah'ın ayette dikkat çektiği gibi aynı
topraktan farklı ürünlerin çıkmasını bir de çevremizde bulunan sebze ve
meyveler üzerinde düşünelim. Örneğin karpuzları, kavunları, kivileri, muzları,
kirazları, patlıcanları, domatesleri, üzümleri, şeftalileri, fasulyeleri
inceleyelim. Koyu sarı renkli kabuğunu açtığınızda içinden benzersiz kokusuyla,
açık sarı renkte muz çıkar. Elmanın kırmızı, yeşil veya sarı renklerde olabilen
kabuğu pürüzsüz bir cilaya sahiptir. İçindeki kendine has elma kokusuna sahip
şekerli suyun tat ve koku kalitesi insanlar tarafından kusursuz olarak taklit
edilememektedir.
Bunlardan dolayı akla aynı kuru topraktan
çıkmasına rağmen tüm çiçeklerin, ağaçların, sebze ve meyvelerin nasıl olup da
bu kadar farklı renklere sahip oldukları sorusu gelebilir. İşte bu, Allah'ın
sonsuz ilminin ve örneksiz yaratışının bir delilidir. Bir insanın yeni bir renk
yaratması mümkün değildir. İnsanların ürettikleri tüm renkler doğada olanlardan
yola çıkılarak elde edilen kopyalardan ibarettir. Ama Allah yoktan var edendir
ve yeryüzündeki canlıları tamamlayan renklerin tümünün yaratılışı O'na aittir.
Allah'ın yaratma sanatının eşi benzeri yoktur. Üstün güç sahibi Allah'ın
sıfatlarından bir tanesi de Musavvir (tasvir eden, her şeye şekil ve suret
veren) dir. Allah yarattığı her şeyi en güzel surette yaratmıştır:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde)
kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur.
Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.
(Haşr Suresi, 24)
Yeryüzündeki tüm bitkilerin renkleri ve
dış görünümleri, insan ruhuna en hoş gelecek şekilde yaratılmıştır. Meyvelerde
ve sebzelerde benzersiz bir renk çeşitliliği vardır. Bunun yanı sıra çiçekleri
ve ağaçları düşündüğümüzde de aynı estetik görüntü ve renk çeşitliliği ile
karşılaşırız.
Çiçeklerde de çok benzersiz bir renk ve
desen tasarımı vardır. Yeryüzündeki yüzbinlerce çeşit çiçeğin her biri kendine
özgü özelliklerle donatılmıştır. Günümüzde insanların ürettikleri kokular,
desenler ve renkler doğadaki benzerlerinin taklit edilmesiyle üretilmektedirler.
Örneğin menekşelerin kadife yumuşaklığındaki yapraklarının mor renkleri ve
yaprak dokularındaki pürüzsüzlük benzersizdir. Kadife kumaşlar menekşelerin
dokusu taklit edilerek üretilmektedir ama yine de aynı kalite
sağlanamamaktadır.
Bu şekilde düşünerek yeryüzündeki hangi
bitkiyi incelersek inceleyelim, karşılaştığımız sonuç kusursuz bir yaratılış
olacaktır. Yaratmada ortağı olmayan Allah, tadı, kokusu, rengi, deseni farklı
olacak şekilde bitkileri insan için yaratmıştır. Bize düşen Allah'ın yarattığı
deliller üzerinde düşünüp, şükretmektir.
EVRİMİN AÇIKLAYAMADIĞI
BİR KONU:
UYUM VE SİMETRİ
UYUM VE SİMETRİ
İçinde yaşamımızı
sürdürdüğümüz Dünya’da ve Dünya’nın yer aldığı evrende çok büyük bir uyum
vardır. Pencereden dışarıya sadece bir göz attığımızda bile bu uyumun pek çok
deliliyle karşılaşırız; gökyüzündeki bulutlar, ağaçlar, çiçekler, hayvanlar ve
bunlara benzer tüm örneklerde kusursuz bir düzen ve simetri söz konusudur.
Doğaya baktığımızda her
bitkinin ya da hayvanın kendi türüne özgü renk ve desenlere sahip olduğunu
görürüz. Üstelik bu renk ve desenlerin her birinin canlılar için farklı
anlamları vardır; çiftleşme çağrısı, kızgınlık, tehlike uyarısı ve bunlar gibi
pek çok kavram hayvanlar arasında renkler ve desenler ile anlam kazanır.
Her şeyin kendi kendine
gelişen tesadüflerin sonucunda ortaya çıktığını iddia eden evrim teorisi,
doğada sergilenen sanat, renk çeşitliliği ve uyum karşısında tam bir çıkmaz
içindedir. Evrimcilerin canlılardaki tasarım karşısında içine düştükleri durumu
teorinin kurucusu olan Charles Darwin de itiraf etmek zorunda kalmıştır. Darwin
canlılardaki renklerin neden özel anlamlarının olduğunu anlayamadığını şöyle
ifade etmektedir:
Zorlandığım nokta,
neden bazı tırtılların oldukça güzel ve sanatsal bir şekilde renkli
olduklarıdır. Bazıları tehlikelerden korunmak için renklendirilmişlerdir.
Sadece fiziksel şartlar için böylesine parlak renklerinin olmasını zorlukla
anlayabiliyorum... Eğer birisi, erkek kelebekler cinsiyet seçimi ile güzel bir
görünüm almalarına rağmen neden aynı sebeplerle tırtılları kadar güzel
olmadıklarını sorarlarsa nasıl cevap verirsin? Ben buna cevap veremem…54
Yine Charles Darwin
başka bir ifadesinde kendi teorisi ile ilgili olarak içine düştükleri çelişkiyi
şu şekilde ifade eder:
Parlak renklilik,
erkek balıkların kuluçkaya yatması, parlak dişi kelebekler, bu güzelliğin doğal
seleksiyonun kontrolü altında gerçekleştiğini düşünemiyorum.55
Elbette ki doğadaki
renklerin, düzenin ve simetrinin doğal seleksiyonla oluşması imkansızdır. Bu
noktada evrimin öne sürdüğü "doğal seleksiyon" kavramını incelemekte
yarar vardır: Bilindiği gibi doğal seleksiyon evrim teorisinin hayali
mekanizmalarından bir tanesidir. Buna göre doğadaki canlılardan ortama en iyi
uyum sağlayanlar hayatta kalır, güçsüz olanlar ve çevre koşullarına uyum sağlayamayanlarsa
elenir. Evrimci iddiaya göre bir canlı için faydalı olan bir değişim,
diğerlerinin arasından seçilerek o canlıda kalıcı hale gelir ve bu şekilde bir
sonraki nesle aktarılır. Böyle bir mekanizmayla doğadaki canlıların
renklerinin, desenlerinin, desenlerindeki simetrinin oluşması elbette mümkün
değildir. Bu, son derece açık bir gerçektir. Teorinin kurucusu olmasına rağmen
Darwin de hayali doğal seleksiyon mekanizmasının böyle bir düzeni
oluşturamayacağını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Bundan başka J. Hawkes, New
York Times Magazine'de yayınlanan "Nine Tentalizing Mysteries of
Nature" adlı makalesinde doğal seleksiyonun anlamsızlığını şöyle
sorgulamaktadır.
Kuşları, balıkları,
çiçekleri vb. göz kamaştırıcı güzelliği salt doğal seleksiyona borçlu
olduğumuza inanmakta güçlük çekiyorum. Dahası, insan bilinci öyle bir düzeneğin
ürünü olabilir mi? Nasıl olur da uygarlık nimetlerinin yaratıcısı insan beyni;
Sokrates, Leonardo da Vinci, Shakespeare, Newton ve Einstein gibileri
ölümsüzleştiren yaratıcı imgelem (muhayyile), "yaşam savaşımı" denen
orman yasasının bize bir armağanı olsun.56
Evrimcilerin bu
itiraflarından da anlaşıldığı gibi, kendi teorilerinin ne derece çıkmazda
olduğunu kendileri de bilmektedir. Zaten yeryüzünde şimşeklerin çakması, yağmurların
yağması sonucunda tesadüfen meydana gelmiş bir hücrenin, zaman içinde rengarenk
canlılara dönüştüğü iddiası akıl sahibi hiçbir insanın savunabileceği bir iddia
değildir. Düşünün ki, bir bilimadamı çıksa ve tek bir hücre örneğin bir bakteri
hücresini alsa, en uygun laboratuvar şartlarını sağlasa, gereken her türlü
malzemeyi kullansa, milyonlarca yıl (olmaz ama olduğunu varsayalım) bu hücrenin
evrimleşmesi için çaba harcasa, sonunda ne elde eder? Bir bakteriyi göz alıcı
renkleriyle bir tavus kuşuna, veya üzerindeki kusursuz desenlerle bir leopara,
ya da kadife görünümündeki kırmızı yapraklarıyla bir güle dönüştürebilir mi?
Elbette böyle bir şey akıl sahibi insanlarca ne düşünülebilir, ne de iddia
edilebilir. Ama evrim teorisinin iddiası tam olarak budur.
Evrimin "Renk"
Çıkmazı
Canlıların sahip olduğu
renklerin ve renk değiştirme sistemlerinin doğal seleksiyonla oluşamayacağını
bir örnek üzerinde görelim. Bukalemunları ele alarak düşünelim. Onlar ortamın
renklerine uyum sağlayabilen, bulundukları ortama göre renk değiştirebilen
canlılardır. Yeşil bir yaprağın üzerindeyken yeşil bir renk alır, kahverengi
bir dalın üzerine geçtiğindeyse derisi çok kısa bir süre içinde kahverengi
olur. Renk değiştirme işleminin nasıl oluştuğunu birlikte düşünelim.
Bir canlının derisinin
rengini değiştirmesi, vücudunda meydana gelen son derece karmaşık işlemler
sonucunda gerçekleşir. Bir insanın kendi rengini ya da başka bir canlının
rengini değiştirmesi mümkün değildir. Çünkü insan vücudunda buna uygun
sistemler yoktur. Böyle bir sistemi bir insanın kendi kendine oluşturması da
mümkün değildir. Çünkü bu üretilip yerine takılacak bir teknik alet değildir.
Kısacası bir canlının renginin değişebilmesi için o canlının renk değiştirme
mekanizmasıyla birlikte var olması şarttır.
Yeryüzündeki ilk
bukalemunu düşünelim... Eğer bu canlıda renk değiştirme özelliği olmasaydı
neler olurdu? Öncelikle bukalemun saklanamayacağı için kolay bir av olurdu.
Bundan başka kolay fark edileceği için avlanması da son derece güçleşirdi. Bu
da, başka bir savunma sistemi olmayan bukalemunun ölmesine ya da aç kalmasına
ve bir süre sonra da türünün yok olmasına neden olurdu. Ama bugün dünyada hala
bukalemunların bulunması, böyle bir olayın gerçekleşmediğinin en önemli
delilidir. O halde bukalemunlar, ilk ortaya çıktıkları andan itibaren bu
kusursuz sisteme sahiptiler.
Evrimciler
bukalemunların bu sistemi zaman içinde geliştirdiklerini iddia ederler. Bu
durumda akla bazı sorular gelecektir. Bukalemun renk değiştirmek için bu kadar
kompleks bir sistem geliştireceğine neden daha basit bir savunma sistemi
geliştirmeyi tercih etmemiştir? Neden bu kadar çok savunma çeşidi varken renk
değiştirmeyi seçmiştir? Renk değiştirmek için gerekli olan kimyasal işlemlerin
oluştuğu mekanizma bukalemunda nasıl var olmuştur? Böyle bir mekanizmayı bir
sürüngenin akletmesi ve ardından gerekli sistemleri vücudunda oluşturması
mümkün müdür? Ayrıca bir sürüngenin hücrelerindeki DNA'lara gerekli renk
değişimi için gerekli bilgiyi kodlaması mümkün müdür?
Elbette böyle bir şey
asla mümkün olamaz. Bu sorulara ve benzerlerine verilen cevaplardan elde edilen
sonuç tektir: Bir canlının kendi rengini değiştirebilecek kadar kompleks bir
sisteme kendi kendine sahip olması mümkün değildir.
Sadece renk değişimi
sistemleri değil, canlılardaki renk ve desen çeşitliliği de üzerinde önemle
durulması gereken bir konudur. Papağanlardaki canlı renklerin, balıklardaki
renk zenginliğinin, kelebeklerin kanatlarındaki simetrinin, çiçeklerdeki göz
alıcı desenlerin ve diğer canlıların renklerinin kendi kendine oluşması
imkansızdır. Böylesine kusursuz desenler, canlının yaşamında çok önemli
görevleri olan renk ve şekiller apaçık bir yaratılışın delilleridir.
Çevremizdeki renklerin oluşumunda üstün bir tasarım olduğu açıkça ortadadır.
Bunu şöyle bir örnekle
belirginleştirelim: Herhangi bir ürün için bir tasarım yaptığımızı ve bu
tasarımın da karelerden oluştuğunu düşünelim. Bu karelerden birini çizebilmek
için bile küçük bir hesaplama yaparak, dört kenarı birbirine eşit olacak,
ayrıca dört açısı da her zaman 90 derece olacak şekilde bir ayarlama yapmamız
gerekir. Kareyi ancak bu ayarlamalardan sonra çizebiliriz. Görüldüğü gibi tek
bir karenin çizimi için bile bir akıl gereklidir.
Aynı mantığı
çevremizdeki canlılara uyarlayarak düşünelim. Canlılarda tam anlamıyla kusursuz
bir uyum, düzen ve plan vardır. Bir karenin çiziminde akıl gerektiğini
anlayabilen bir kişi, evrendeki düzenin, uyumun, renklerin, şekillerin ortaya
çıkışının da çok üstün bir aklın ürünü olduğunu hemen anlayacaktır. Bu durumda
evren gibi bir sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmenin akli ve ilmi yönden
hiçbir dayanağı yoktur. Tüm evren sonsuz güç sahibi Allah tarafından
yaratılmıştır. Allah yarattığı her şeyi en güzel yapandır.
Doğadaki Simetri
Tesadüfen Oluşamaz!
Evrendeki uyumu sağlayan
en dikkat çekici konulardan biri de kuşkusuz ki simetridir. Canlılar simetrik
bir yapıya sahiptirler. Doğada gördüğümüz herhangi bir şey; örneğin bir tohum,
bir meyve ya da herhangi bir yaprak incelenecek olursa yapılarındaki simetrinin
varlığı hemen görülecektir. Yapraklı bir bitkiyi ele alalım. Yapraklar gövdenin
etrafına bir spiral gibi dolanırlar. Bu da belirgin bir simetri oluşturur. Aynı
şekilde bir tohumun çekirdeklerinin yerleştirilişinde de, yaprağın damarlarının
dizilişinde de belirgin bir düzenlilik hakimdir.
Doğadaki simetriye başka
bir örnek olarak kelebek kanatlarını verebiliriz. Kelebeklerin her iki
kanadında da aynı renk tonu ve aynı desen vardır. Bir kanatta bulunan desen
diğer kanatta aynı yerde olacak şekilde mevcuttur.
Çevremizde bulunan birkaç
örnekte özetlediğimiz simetrinin daha pek çok çeşidini görebiliriz. Ancak
önemli olan şudur: Verilen örneklerde elde edilen ortak bir sonuç vardır.
Canlılarda benzersiz bir düzenlilik, daha doğrusu muhteşem bir sanat söz
konusudur. Evrenin hiçbir şekilde tesadüfen oluşamayacağının en büyük
delillerinden biri de bu düzenlilik ve inceliklerle donatılmış sanattır. Prof.
Cemal Yıldırım evrimci olmasına rağmen Evrim
Kuramı ve Bağnazlık adlı
kitabında bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
Canlılarda üstelik
belli bir amaca yönelik görünen bu düzeni, şans ya da rastlantı ürünü saymak
inandırıcı olmaktan uzaktır.57
Evrendeki her şey Allah
tarafından büyük bir düzen içinde yaratılmıştır. Yüce Allah her şeyi kontrolü
altında tutandır:
Sizin ilahınız tek bir
ilahtır; O'ndan başka İlah yoktur; O, Rahman'dır, Rahim'dir (bağışlayan ve
esirgeyendir). Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün
art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde,
Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda,
her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer
arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk
için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 163-164)
SONUÇ
Akıl ve vicdan sahibi
bir insan çevresine baktığında yaratılış gerçeğini hemen görecektir. Çünkü
Allah yarattığı her şeyi Kendisi'ni tanımamız ve üzerinde düşünmemiz için var
etmiştir.
Bu kavrayışı kazanan bir
insan için, canlılığı oluşturan hassas dengelerin "tesadüfen" meydana
geldiğini ileri sürmek ise tamamen akıl dışı bir iddia olacaktır. Çünkü
birbirine bağlı işleyen bu düzeni oluşturan bütün parçalar, son derece önemli
bir yere sahiptirler. Bu kitabın konusunu oluşturan canlılardaki renkler de
evrendeki düzenin önemli parçalarından bir tanesidir.
Buraya kadar verilmiş
olan örneklerde de görüldüğü gibi doğada var olan her canlının sahip olduğu
renklerin, desenlerin, beneklerin hatta çizgilerin bile bir anlamı vardır. Kimi
zaman kendi aralarında bir iletişim aracı, kimi zamansa düşmanlara karşı bir
uyarı olarak kullanılan renkler canlılar için hayati önem taşımaktadır. Öyle ki
o canlının sahip olduğu rengin tonunun açık ya da koyu olması, çizgilerinin
yönü bile özel olarak belirlenmiştir.
Dikkatli bakan bir göz
yalnızca canlıların değil, doğadaki her şeyin tam olması gerektiği gibi, yerli
yerinde olduğunu hemen görecektir. Üstelik her şeyin insanın hizmetine verilmiş
olduğunu, gökyüzünün masmavi, ferahlatıcı renginin, çiçeklerin rengarenk
görünümlerinin, yemyeşil ağaçların, otlakların, geceleyin zifiri karanlık
içinde Dünya’yı aydınlatan Ay’ın, yıldızların ve daha saymakla bitirilemeyecek
kadar çok güzelliğin Allah'ın sanatının tecellileri olduğunu anlayacaktır.
Allah tüm kainatı, onun
içindeki canlı cansız her şeyi eksiksiz olarak yaratmıştır. Her şeyi kontrolü
altında tutan üstün güç sahibi Allah'ın şanı çok yücedir.
İşte Rabbiniz olan Allah
budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin Yaratıcısı’dır, öyleyse O'na kulluk
edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 102)
Bu kitap boyunca
anlattığımız konular sonucunda, Allah'ın üstün kudretini, nihayetsiz sanatını
kavrayan insana düşen en önemli görev, gördüğü güzelliklerin gerçek sahibine
yönelmek, yalnızca O'nun hoşnut olacağı bir yaşam sürmektir.
MADDENİN ARDINDAKİ SIR
ÖNEMLİ AÇIKLAMA
MADDENİN ARDINDAKi SIR
KONUSU, VAHDET-i VÜCUT DEĞiLDiR
Maddenin ardındaki sır
konusu, bazı kişilerin itirazlarına neden olmaktadır. Sözkonusu kişiler, bu
konunun özünü yanlış anladıkları için, bu konunun vahdet-i vücut öğretisi ile
aynı olduğunu iddia etmektedirler.
Öncelikle şunu
belirtelim ki, bu eserlerin yazarı ehl-i sünnet inancına sıkı sıkıya bağlıdır
ve vahdet-i vücud öğretisini savunmamaktadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki,
vahdet-i vücut öğretisi Muhyiddin İbn Arabî gibi çok büyük İslam alimleri
tarafından savunulmuştur.
Vahdet-i vücud
düşüncesini anlatan birçok önemli İslam aliminin, geçmişte, bu kitaplarda yer
alan bazı konuları tefekkür ederek anlattıkları doğrudur. Ancak bu eserlerde
anlatılanlar vahdet-i vücud düşüncesi ile aynı değildir.
Örneğin vahdet-i vücud
düşüncesini savunanların bir kısmı yanlış fikirlere kapılarak, Kuran'a ve ehl-i
sünnet inancına aykırı bazı iddialarda bulunmuşlar; örneğin Allah'ın yarattığı
varlıkları tamamen yok saymışlardır. Oysa, maddenin ardındaki sır konusu
anlatılırken kesinlikle böyle bir iddiada bulunulmamaktadır. Bu konu, Allah'ın
tüm varlıkları yarattığını, ancak yarattığı varlıkların aslını Allah'ın
gördüğünü, insanların ise bu varlıkların beyinlerinde oluşan görüntülerini
görebildiklerini açıklamaktadır.
Gördüğümüz tüm
varlıklar, dağlar, ovalar, çiçekler, insanlar, denizler, kısacası gördüğümüz
herşey, Allah'ın Kuran'da var olduğunu, yoktan var ettiğini belirttiği her
varlık, yaratılmıştır ve vardır. Ancak, insanlar bu varlıkların asıllarını duyu
organları yoluyla göremez veya hissedemez veya duyamazlar. Gördükleri ve
hissettikleri, bu varlıkların beyinlerindeki kopyalarıdır. Bu ilmi bir
gerçektir ve bugün başta tıp fakülteleri olmak üzere tüm okullarda öğretilen
bilimsel bir konudur. Örneğin şu anda bu yazıyı okuyan bir insan, bu yazının
aslını göremez, bu yazının aslına dokunamaz. Bu yazının aslından gelen ışık,
insanın gözündeki bazı hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülür. Bu
elektrik sinyali, beynin arkasındaki görme merkezine giderek, bu merkezi
uyarır. Ve insanın beyninin arkasında bu yazının görüntüsü oluşur. Yani siz şu
anda gözünüzle, gözünüzün önündeki bir yazıyı okumuyorsunuz. Bu yazı sizin
beyninizin arkasındaki görme merkezinde oluşuyor. Sizin okuduğunuz yazı,
beyninizin arkasındaki “kopya yazı”dır. Bu yazının aslını ise Allah görür.
Sonuç olarak, maddenin
beynimizde oluşan bir hayal olması onu “yok” hale getirmez. Ancak bize, insanın
muhatap olduğu maddenin mahiyeti hakkında bilgi verir, ki bu da maddenin aslı
ile hiçbir insanın muhatap olamadığı gerçeğidir.
Dışarıda Madde Vardır,
Ancak Biz Maddenin Aslına Ulaşamayız!
Madde hayaldir demek,
madde yoktur demek değildir. Aksine biz görsek de görmesek de maddesel bir
dünya vardır. Ancak biz bu dünyayı beynimizin içinde bir kopya -diğer bir
deyişle algılarımızın yorumu olarak- görürüz. Dolayısıyla madde, bizim için
hayaldir. Kaldı ki dışarıda maddenin varlığını, bizden başka gören varlıklar da
vardır. Allah'ın melekleri, yazıcı olarak tayin ettiği elçileri de bu dünyaya
şahitlik etmektedirler:
Onun sağında ve solunda
oturan iki yazıcı kaydederlerken O, söz olarak (herhangi bir şey)
söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi,
17-18)
Herşeyden önemlisi, en
başta Allah herşeyi görmektedir. Bu dünyayı her türlü detayıyla Allah
yaratmıştır ve Allah her haliyle görmektedir. Kuran ayetlerinde şöyle haber
verilmektedir:
... Allah'tan korkup-sakının
ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 233)
De ki: “Benimle aranızda
şahid olarak Allah yeter; kuşkusuz O, kullarından gerçeğiyle haberdardır,
görendir.” (İsra Suresi, 96)
Ayrıca unutmamak gerekir
ki, Allah tüm olayları “Levh-i Mahfuz” isimli kitapta kayıtlı tutmaktadır. Biz
görmesek de bunların tamamı Levh-i Mahfuz'da vardır. Herşeyin, Allah'ın
Katında, Levh-i Mahfuz olarak isimlendirilen “Ana Kitap”ta saklandığı şöyle
bildirilmektedir:
Şüphesiz o, Bizim Katımızda
olan Ana Kitap'tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. (Zuhruf Suresi, 4)
... Katımızda (bütün
bunları) saklayıp-koruyan bir kitap vardır. (Kaf Suresi, 4)
Gökte ve yerde gizli olan
hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml
Suresi, 75 )
Dünyaya geldikleri
günden itibaren insanlara toplum tarafından verilen bazı telkinler vardır. Bu
telkinlerden biri ve belki de en önemlisi, ancak Dünyaya geldikleri günden
itibaren insanlara toplum tarafından verilen bazı telkinler vardır. Bu
telkinlerden biri ve belki de en önemlisi, ancak gözle görülebilen şeylerin var
oldukları, gözle görülmeyen şeylerin ise bir gerçekliği olmadığı şeklindeki
anlayıştır. Bu yanlış anlayış toplumun önemli bir kesimi tarafından kabul
görmüş ve nesilden nesile hiç sorgulanmadan, bu şekilde aktarılmıştır.
Oysa insan bir an olsun
aldığı telkinlerden sıyrılıp tarafsızca düşünmeye başladığında çok farklı, çok
etkileyici bir gerçekle karşılaşır. Bu gerçek şudur:
Doğduğumuz andan
itibaren çevremizde gördüğümüz her şeyin; dünyanın, insanların, hayvanların,
çiçeklerin, o çiçeklere ait renklerin, kokuların, meyvelerin, meyvelerden bize
ulaşan tadların, gezegenlerin, yıldızların, dağların, taşların, evlerin,
uzayın, kısacası her şeyin sadece beynimizdeki kopyalarıyla muhatap oluruz ve
asıllarını hiçbir zaman bilemeyiz. Bu konuyu daha anlaşılır kılmak için
öncelikle dış dünya hakkında bize bilgi veren duyularımızdan söz edebiliriz.
Görme, duyma, koklama,
tat alma, dokunma duyularımızın tamamı birbirlerine benzer bir işleyişe
sahiptir. Dışarıda asılları var olan nesnelerden gelen etkiler (ses, koku, tad,
görüntü, sertlik vs.), sinirlerimiz vasıtasıyla beyindeki duyu merkezlerine aktarılırlar.
Beyne ulaşan söz konusu etkilerin tamamı elektrik sinyallerinden ibarettir.
Örneğin görme işlemi sırasında dışarıdaki bir kaynaktan gelen ışık demetleri
(fotonlar) gözün arka tarafındaki retinaya ulaşır ve burada bir dizi işlem
sonucunda elektrik sinyallerine dönüştürülürler. Bu sinyaller, sinirler
vasıtasıyla beynin görme merkezine iletilir. Ve biz de, birkaç santimetreküplük
görme merkezinde rengarenk, pırıl pırıl, eni, boyu, derinliği olan bir dünya
algılarız.
Aynı sistem diğer
duyularımız için de geçerlidir. Tatlar dilimizdeki bazı hücreler tarafından,
kokular burun epitelyumundaki hücreler tarafından, dokunmaya ait hisler
(sertlik, yumuşaklık vs.) deri altına yerleştirilmiş özel algılayıcılar
tarafından ve sesler kulaktaki özel bir mekanizma tarafından elektrik
sinyallerine dönüştürülerek beyindeki ilgili merkezlere gönderilir ve o
merkezlerde algılanırlar.
Konuyu daha netleştirmek
için şöyle örneklendirebiliriz: Şu an bir limonata içtiğinizi düşünelim.
Elinizde tuttuğunuz bardağın sertliği ve soğukluğu deri altındaki özel
algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyne iletilir.
Aynı zamanda limonataya ait keskin koku, onu yudumladığınız anda hissettiğiniz
şekerli tad ve bardağa baktığınızda gördüğünüz sarı renk de ilgili duyularınız
tarafından birer elektrik akımı olarak beyne ulaştırılır. Hemen arkasından
masaya koyarken bardağın cama çarpmasıyla çıkan ses de kulağınız tarafından
algılanıp beyne elektrik sinyali olarak gönderilir. Ve bu algıların tümü
beyindeki birbirinden farklı ama birbiriyle ortak çalışan duyu merkezleri
tarafından yorumlanır. Siz de bu yorumun bir sonucu olarak bir bardak limonata
içtiğinizi düşünürsünüz. Yani aslında her şey beyindeki duyu merkezlerinde olup
bitmektedir ama siz tüm bu algılarınızın somut bir varlığı olduğunu
zannedersiniz.
Oysa bu noktada
yanılırsınız çünkü beyninizde algıladığınız hislerin kafatasınızın dışında bir
varlığı olduğunu düşünmek için hiçbir deliliniz yoktur.
Buraya kadar
anlatılanlar bugün bilim tarafından kesin olarak ispatlanmış, apaçık
gerçeklerdir. Hangi bilim adamına sorsanız bu sistemlerin işleyişini, içinde
yaşadığınız dünyanın aslında beyninizde algılanan bir hisler bütünü olduğunu
sizlere anlatabilir. Örneğin İngiliz fizikçi John Gribbin beynin yaptığı
yorumlarla ilgili olarak şöyle demektedir:
... Duyularımız ise,
dış dünyadan gelen uyarıların beynimizdeki bir yorumu niteliğindedir, sanki
bahçede bir ağaç varmış gibi... Fakat beynim; duyularımın süzgecinden geçen
uyarıları algılar. Ağaç sadece bir uyarıdır. O halde hangisi gerçektir?
Duyularımın ortaya çıkardığı ağaç mı, yoksa bahçedeki ağaç mı?58
Kuşkusuz bu, üzerinde
detaylı olarak düşünülmesi gereken çok önemli bir gerçektir. Şimdiye kadar
dışarı baktığınızda gördüğünüz her şeyin mutlak varlıklar olduklarını zannetmiş
olabilirsiniz. Oysa bilimin de gösterdiği gibi dışarıdaki nesnelerin kesin
olarak var olduklarını ispatlamak mümkün değildir.
Burada kısaca özetlenen,
yaşamınızda farkına varabileceğiniz en büyük gerçeklerden biridir.
Kapkaranlık Bir Mekanda
Milyonlarca Renk
Bu konuyu biraz daha
derin düşünmeye başladığımızda karşımıza çok daha olağanüstü gerçekler çıkar.
Duyu merkezlerimizin yer aldığı beyin dediğimiz yer yaklaşık 1400 gramdan
oluşan bir et parçasıdır. Ve bu et parçası kafatası denilen bir kemik yığınının
içerisinde korunmaya alınmıştır. Bu öyle bir korumadır ki kafatasının içine
dışarıdan ne bir ışığın, ne bir sesin, ne bir kokunun ulaşması mümkün değildir.
Kafatasının içi kapkaranlık, tam anlamıyla sessiz, hiç kokusuz bir mekandır.
Ama bu zifiri karanlık
yerde milyonlarca farklı tondaki renkleri, birbirinden apayrı tatları,
kokuları, milyonlarca farklı tondaki sesleriyle bize ait bir dünyada yaşarız.
Peki bu nasıl gerçekleşmektedir?
Işıksız bir yerde ışığı,
kokusuz bir yerde kokuyu, derin bir sukunet ortamının içinde büyük bir
gürültüyü ve diğer duyularınızı size hissettiren nedir? Bunları sizin için var
eden kimdir?
Aslında yaşadığınız her
an bir nevi mucize gerçekleşmekte, son derece hayret verici olaylar
gelişmektedir. Biraz önce de söz ettiğimiz gibi, örneğin içinde bulunduğunuz
odaya ait tüm algılar elektrik sinyallerine dönüşerek beyninize ulaşır. Ve
burada birleştirilen hisler beyniniz tarafından bir oda görüntüsü olarak
yorumlanır. Yani siz bir odanın içinde oturduğunuzu düşünürken aslında oda
sizin içinizde, beyninizdedir. Odanın beyinde bulunduğu daha doğrusu
algılandığı yer ise, son derece küçük, karanlık, sessiz bir alandır. Ama her
nasılsa bu daracık alanın içerisine ufka baktığınızda gördüğünüz uçsuz bucaksız
manzara sığmaktadır. Siz içinde oturduğunuz dar odayı da, çok geniş bir deniz
manzarasını da aynı yerde algılarsınız.
Dış dünya sandığımız
sinyalleri yorumlayıp anlamlı hale getiren, bizim beynimizdir. Örneğin duyma
algısını ele alalım. Kulağımızın içine gelen ses dalgalarının yorumunu yaparak
onu bir senfoniye çeviren aslında beynimizdir. Yani müzik, beynimizin
oluşturduğu bir algıdır. Renkler aslında gözümüze ulaşan ışığın farklı dalga
boylarıdır. Bu farklı dalga boylarını renklere çeviren yine beynimizdir. Dış
dünyada renk yoktur. Ne elma kırmızı, ne gökyüzü mavi, ne de ağaçlar yeşildir.
Onlar, sadece öyle algıladığımız için öyledirler. Dış dünya, tamamen algılayana
bağlıdır. Nitekim gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne
sebep olur. Kimi insan maviyi yeşil, kimisi kırmızıyı mavi olarak algılar. Bu
noktadan sonra dışarıdaki nesnenin renkli olup olmaması önemli değildir. Ünlü
düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmektedir:
İlkin renklerin,
kokuların, vb. "gerçekten var olduğu" sanıldı; ama daha sonra, bu
çeşit görüşler reddedildi ve görüldü ki, bunlar duyumlarımız sayesinde vardır.59
Sonuç olarak; biz
nesneleri onlar renkli olduğundan ya da dışarıda maddi bir varlığa sahip
olduklarından renkli görmeyiz. Çünkü, varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler,
"dış dünyada" değil, içimizdedir.
İşte bu da belki de
bugüne kadar hiç düşünmediğiniz bir gerçektir.
Dışımızda Ne Var?
Buraya kadar
anlatılanlar, hep kafatasımızın içinde yaşadığımız, duyularımızın
gösterdiklerinden başka bir şey algılayamadığımız yönündeydi. Peki bir aşama
daha ilerleyelim: "Algıladıklarımız gerçekten var mı, yoksa hayal
mi?"
Konuya şöyle bir soruyla
başlayalım: Görmek-duymak için dış dünyaya ihtiyaç var mı?
Hayır, algılayabilmek
için dış dünyaya kesinlikle ihtiyaç yoktur. Herhangi bir şekilde beynin
uyarılması ile tüm duyular harekete geçebilir, hisler, görüntüler ve sesler
oluşabilir. Rüyalarımız bunun en açık delilidir.
Rüya görürken, bedeniniz
genellikle karanlık ve sessiz bir odada, hareketsiz bir şekilde yatmaktadır ve
gözleriniz de sımsıkı kapalıdır. Dışarıdan beyninizin algılayabilmesi için size
ulaşan ne ışık, ne ses, ne de benzeri bir şey yoktur. Ancak, rüyanız boyunca
uyanıkken yaşadıklarınızın çok benzerlerini, aynı netlikte ve aynı canlılıkta
yaşarsınız. Rüyada da sabah uyanır, işe yetişmeye çalışırsınız. Veya tatile
çıkar, deniz kenarına gider, orada güneşin sıcaklığını hissedersiniz.
Üstelik rüya sırasında,
gördüklerinizin gerçekliğinden kesinlikle kuşku duymaz, ancak uyandıktan sonra
düşününce hepsinin bir rüya olduğunu anlarsınız. Rüyanızda korku, heyecan,
sevinç, üzüntü gibi duygular yaşarken aynı zamanda çeşitli görüntüler görür,
sesler duyar, maddenin sertliğini hissedersiniz. Ancak ortada bu hislere,
algılara sebep olacak hiçbir kaynak yoktur. Hala karanlık ve sessiz bir odada
yatmaktasınızdır. Rüya ile ilgili karşımıza çıkan bu şaşırtıcı gerçek hakkında
ünlü düşünür Descartes şöyle demektedir:
Rüyalarımda şunu
bunu yaptığımı, şuraya buraya gittiğimi görürüm; uyanınca da hiçbir şey
yapmamış, hiçbir yere gitmemiş olduğumu, uslu uslu yatakta yattığımı anlarım.
Benim şu anda rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı
güvencesini bana kim verebilir?60
O halde nasıl ki
rüyalarımızı gerçek zannederek yaşıyoruz ve ancak uyandığımızda rüya olduğunu
fark ediyoruz, şu anda yaşadıklarımızın da gerçek olduğunu iddia edemeyiz. Şu
durumda; belki bir gün "gerçek hayat" diye düşündüğümüz hayattan
uyandırılacak ve asıl gerçek hayata geçeceğiz. İşte bu durumun
gerçekleşmeyeceğine dair elimizde bir delil yoktur. Aksine bilimin şu ana kadar
ulaştığı bulgular bize yaşadıklarımızın maddi bir gerçekliği olmadığına dair
ciddi veriler vermektedir.
Bu durumda karşımıza
çıkan gerçek apaçıktır: Biz içinde yaşadığımız dünyanın var olduğunu, bizim o
dünyanın içinde yaşadığımızı düşünürken, aslında böyle bir dünyanın maddi
gerçekliğini iddia edebilmemiz için hiçbir gerekçe yoktur. Pekala tüm bunlar
bize suni olarak verilen, aslında gerçekliği olmayan algılardan ibaret
olabilir.
Beynimiz Dış Dünyadan
Ayrı mı?
Şu ana kadar anlattığımız
gibi dış dünya dediğimiz her şey bize gösterilen birer algıdan ibaretse, tüm
bunları gördüğünü, duyduğunu düşündüğümüz beynimiz nedir? Beynimiz de diğer her
şey gibi atomlardan, moleküllerden oluşan bir yığın değil midir?
Madde dediğimiz her şey
gibi beynimiz de bir algıdan ibarettir, yani istisna olarak kabul edilebilecek
bir durumu yoktur. Çünkü sonuçta beyin dediğimiz şey de duyu organlarımızla
algıladığımız bir et parçasıdır. O da dışarıda var zannettiğimiz her şey gibi
bizim için bir hayalden ibarettir.
O halde tüm bunları
algılayan kimdir? Gören, duyan, hisseden, koklayan, tat alan beyin değilse
nedir?
İşte bu noktada
karşımıza çıkan gerçek apaçıktır: İnsan bilinç sahibi, görebilen, hissedebilen,
düşünebilen, muhakeme edebilen bir varlık olarak maddeyi oluşturan atomlardan,
moleküllerden çok öte bir varlıktır. İnsanı insan yapan Allah'ın ona verdiği
"ruh"tur. Aksi takdirde insanın bilincini ve diğer tüm insani
yeteneklerini yaklaşık 1.5 kiloluk, üstelik de bir hayalden ibaret olan bir et parçasına
vermek son derece akıl dışı olacaktır.
Ki O, yarattığı her şeyi en
güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir
özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir
biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller
var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 7-9)
Bize En Yakın Varlık
Allah'tır
Şu ana kadar
anlattığımız gibi dış dünya dediğimiz her şey bize gösterilen birer algıdan
ibaretse, tüm bunları gördüğünü, duyduğunu düşündüğümüz beynimiz nedir?
Beynimiz de diğer her şey gibi atomlardan, moleküllerden oluşan bir yığın değil
midir?
Madde dediğimiz her şey
gibi beynimiz de bir algıdan ibarettir, yani istisna olarak kabul edilebilecek
bir durumu yoktur. Çünkü sonuçta beyin dediğimiz şey de duyu organlarımızla
algıladığımız bir et parçasıdır. O da dışarıda var zannettiğimiz her şey gibi
bizim için bir hayalden ibarettir.
O halde tüm bunları
algılayan kimdir? Gören, duyan, hisseden, koklayan, tat alan beyin değilse
nedir?
İşte bu noktada
karşımıza çıkan gerçek apaçıktır: İnsan bilinç sahibi, görebilen, hissedebilen,
düşünebilen, muhakeme edebilen bir varlık olarak maddeyi oluşturan atomlardan,
moleküllerden çok öte bir varlıktır. İnsanı insan yapan Allah'ın ona verdiği "ruh"tur.
Aksi takdirde insanın bilincini ve diğer tüm insani yeteneklerini yaklaşık 1.5
kiloluk, üstelik de bir hayalden ibaret olan bir et parçasına vermek son derece
akıl dışı olacaktır.
Ki O, yarattığı her şeyi en
güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir
özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir
biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller
var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 7-9)
BU KONUNUN ÖNEMİ
Bu bölümde
anlattığımız maddenin ardındaki sır konusunu doğru kavramak son derece
önemlidir. Gördüğümüz tüm varlıklar, dağlar, ovalar, çiçekler,
insanlar, denizler, kısacası gördüğümüz herşey, Allah'ın Kuran'da var
olduğunu, yoktan var ettiğini belirttiği her varlık, yaratılmıştır ve vardır. Ancak, insanlar bu varlıkların asıllarını duyu organları yoluyla göremez veya hissedemez veya
duyamazlar. Gördükleri ve hissettikleri, bu varlıkların beyinlerindeki kopyalarıdır. Bu ilmi bir
gerçektir ve bugün başta tıp fakülteleri olmak üzere tüm
okullarda öğretilen bilimsel bir konudur. Örneğin şu anda bu yazıyı okuyan bir
insan, bu yazının aslını göremez, bu yazının aslına dokunamaz. Bu yazının aslından gelen ışık, insanın gözündeki bazı hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülür. Bu
elektrik sinyali, beynin arkasındaki görme merkezine giderek, bu
merkezi uyarır. Ve insanın beyninin arkasında bu yazının görüntüsü oluşur. Yani siz şu anda
gözünüzle, gözünüzün önündeki bir yazıyı okumuyorsunuz. Bu yazı sizin beyninizin arkasındaki görme merkezinde oluşuyor.
Sizin okuduğunuz yazı, beyninizin arkasındaki "kopya yazı"dır. Bu yazının aslını ise Yüce Allah görür.
Ancak
unutulmamalıdır ki, maddenin beynimizde oluşan bir hayal olması onu "yok" hale getirmez. Bize, insanın muhatap olduğu maddenin mahiyeti hakkında bilgi verir, ki bu da maddenin dışarıda var
olan aslı ile hiçbir insanın muhatap olamadığı gerçeğidir. Kaldı ki dışarıda
maddenin varlığını, bizden başka gören varlıklar da vardır. Allah'ın melekleri,
yazıcı olarak tayin ettiği elçileri de bu dünyaya şahitlik etmektedirler:
Onun sağında ve solunda
oturan iki yazıcı kaydederlerken. O, söz olarak (herhangi bir şey)
söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi,
17-18)
Herşeyden
önemlisi, en başta Allah herşeyi görmektedir. Bu dünyayı her türlü detayıyla
Allah yaratmıştır ve Allah her haliyle görmektedir. Kuran ayetlerinde şöyle
haber verilmektedir:
... Allah'tan korkup-sakının
ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 233)
De ki: "Benimle
aranızda şahid olarak Allah yeter; kuşkusuz O, kullarından gerçeğiyle
haberdardır, görendir." (İsra Suresi, 96)
Ayrıca
unutmamak gerekir ki, Allah tüm olayları "Levh-i Mahfuz" isimli
kitapta kayıtlı tutmaktadır. Biz görmesek de bunların tamamı Levh-i Mahfuz'da
vardır. Herşeyin, Allah'ın Katında, Levh-i Mahfuz olarak isimlendirilen
"Ana Kitap"ta saklandığı şöyle bildirilmektedir:
Şüphesiz o, Bizim Katımızda
olan Ana Kitap'tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. (Zuhruf Suresi, 4)
... Katımızda (bütün
bunları) saklayıp-koruyan bir kitap vardır. (Kaf Suresi, 4)
Gökte ve yerde gizli olan
hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml
Suresi, 75 )
EVRİM ALDATMACASI
Darwinizm, yani evrim
teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı
olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız
maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok
açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin
hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 350 milyona yakın fosilin bulunmasıyla
çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği,
bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için
dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına,
taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda
gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı
olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin
çöküşünü ve Yaratılış'ın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel
detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük
önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi
eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak
19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli
gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki
farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı
çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan
geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi,
hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi
sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin
önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim
karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın
yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü
"evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip
olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları,
evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel
başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı
türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde
tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir.
Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve
eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil
kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm
bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak
gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi,
Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve
düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana
geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda
ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji
kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan
Gelir"
Darwin, kitabında
hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim
anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre,
cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine
inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan
oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler
yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz
beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da
hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha
sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden
oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan
çıkıyorlardı. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise,
bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın
bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının
yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime
temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve
deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin
olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus
Dose, Molecular Evolution and The Origin
of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2.)
Evrim teorisinin
savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen
bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın
kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz
Çabalar
20. yüzyılda hayatın
kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu.
Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin
tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar
başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim
teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin
of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 196.)
Oparin'in yolunu izleyen
evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya
çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi.
O yıllarda evrim adına
önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde
kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen
yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on
Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982,
s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer
ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution
of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules,
1986, s. 7.)
Hayatın kökeni sorununu
açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep
başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu
gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı
geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük
çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada,
Earth, Şubat 1998, s. 40.)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin hayatın
kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni,
Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha komplekstir.
Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler
biraraya getirilerek canlı bir hücre, hatta hücreye ait tek bir protein bile
üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana
gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar
fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha
hücre aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri
olan proteinlerin tek bir tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali
matematiksel olarak "0"dır.
Bunun nedenlerinden
başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin varlığının gerekmesidir
ki bu, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırır.
Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf iddiasını en baştan
yok etmek için yeterlidir. Konunun önemi açısından özetle açıklayacak olursak,
1. Enzimler
olmadan protein sentezlenemez ve enzimler de birer proteindir.
2. Tek
bir proteinin sentezlenmesi için 100’e yakın proteinin hazır bulunması
gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler gerekir.
3. Proteinleri
sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez.
Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4. Protein
sentezleme işleminde hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani
proteinlerin oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm
organelleri ile var olması gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde
yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi
bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa,
500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç
bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin
(enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak
DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından,
eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir.
Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San
Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994
tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks
yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde
ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır.
Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla
insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s.
78.)
Kuşkusuz eğer hayatın
kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu
durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali
Mekanizmaları
Darwin'in teorisini
geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları"
olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip
olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı
evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı.
Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal
seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü
canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar
tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler
hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden
oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka
bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal
seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu
gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni
adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"
demek zorunda kalmıştı.68
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı
değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim
anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı.
Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları
sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar,
nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu.
Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların
yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri
örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için
suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (B. G. Ranganathan, Origins?,
Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.)
Ama Mendel'in keşfettiği
ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları,
kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak
yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle
etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve
Mutasyonlar
Darwinistler ise bu
duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik
Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar.
Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi"
olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya
da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de hala
bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu
model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün,
bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları
geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok
basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan
herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük,
rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (Charles Darwin, The
Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179.)
Nitekim bugüne kadar
hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi.
Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma
"evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul
ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim
mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia
ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil
kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin bilim
dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var
olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde
ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir
zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen
uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış
olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık
özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri
kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da
sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış
sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları
için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış
olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını
verirler.
Eğer gerçekten bu tür
canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca
hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka
fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim
doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.)
Ancak bu satırları yazan
Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı.
Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin
Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten
türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş
formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam
olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat
niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak
bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu
değil? (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)
Darwin'in Yıkılan
Umutları
Ancak 19. yüzyılın
ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları
yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog
(fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle
itiraf eder:
Sorunumuz şudur:
Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle
gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager,
"The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, c.
87, 1976, s. 133.)
Yani fosil kayıtlarında,
tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle
aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası,
bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir
canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve
kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır.
Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim,
yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek
meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları
gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197.)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde
eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil Yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini
savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu
konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan
geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan
ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia
edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori"
sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların
sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini
verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey
değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve
ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus
örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların
sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir
benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Charles E.
Oxnard, "The Place of
Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c.
258, s. 389. )
Evrimciler insan
evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı
canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması
oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında
evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20.
yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte
kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst
Mayr", Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis
> Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu
türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa
paleoantropologların son bulguları, Australopithecus,
Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı
dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J.
Kelso, Physical Antropology, 1.
baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai
Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272.)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait
insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı
ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu
sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça
ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould,
kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu
çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile
paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş
olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J.
Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30.)
Kısacası, medyada ya da
ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan"
canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya
çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan
ibarettir. Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus
fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim
adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu
canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç
bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi
dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze
oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani
somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan
sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda,
yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati,
altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de
"insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle
açıklar:
Objektif gerçekliğin
alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum
ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim
teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki
teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda
kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly
Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s.
19.)
İşte insanın evrimi
masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı
fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele
aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma
bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık
bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın
tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre
cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve
sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana
getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot,
potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom
yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz.
İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında
savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına
"Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda
büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen,
demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal
şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri
malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri
kadar amino asit, istedikleri kadar da
protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler.
Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da
dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula,
kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene
sürekli varillerin başında beklesinler.
Bir canlının oluşması
için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak
serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir
canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri,
papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri,
muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların
tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz
atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek
bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu
bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri
oluşturamazlar. Madde, ancak Yüce Allah'ın
üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden
evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı
iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği
açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki
Teknoloji
Evrim teorisinin
kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün
algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya
geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir
cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki
hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka
kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik
sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak
algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır.
Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez.
Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç
karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta
ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net
ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana
rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı
tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda
gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu
kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin
ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce
mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler
kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir.
Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada
büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size
iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir
perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on
binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya
çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu
da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç
boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu
kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia
etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda
oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi
dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz
atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha
ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün
gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak
için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla
toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek
iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine
dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de
beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için
de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez.
Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir.
Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir
orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü
duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi
ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde
edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar
onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok
elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır.
Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana
rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En
büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi
kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit
oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece
net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi
cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar
insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve
başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm
bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve
Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl
renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü
koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden,
kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider.
Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl
oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli
gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini
görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?
Beynin içinde göze,
kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu
şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni
oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu
yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu
sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış
olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa
ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği
okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana
tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı
düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz,
evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu
göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır,
öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve
fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu
durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara
atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek
çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla
bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini
"bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki
neden?..
Bu durumun nedeni, evrim
teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir
inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve
Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf
da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde
gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim
adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme
bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir
inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin
yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori'
bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma
yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre
de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin,
"The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28.)
Bu sözler, Darwinizm'in,
materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık
ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu
nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca
farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların,
böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi
içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin
içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul
etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların kökenine
materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler:
Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının
eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde
düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya
Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek
gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece
aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği
gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu,
molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu
durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların
anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini
birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri
uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.
Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi’nde
ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini
şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine
gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir
kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar
uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine
inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da,
inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle
insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla
bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun
Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı
bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle karşılaştığında, büyücülere
önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet
şöyledir:
(Musa:) "Siz atın"
dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları
dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi,
116)
Görüldüğü gibi
Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa (as) ve
ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların
attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu
büyüsünü, ayette bildirildiği gibi
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı
fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o
bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve
küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de
bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin
yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar
küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı
altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını
adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa
çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan,
ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın
gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim
teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en
büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar
çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini
hayretle karşılayacaktır. (Malcolm
Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 43)
Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi
olansın. (Bakara Suresi, 32)
NOTLAR
1. Bilim
ve Teknik Dergisi, Mart 1985, s.23
2. Jillyn
Smith, Sense and Sensebilities,
Willey Science Edition, s.60-61
3.
F.Press, R. Siever, Earth, New
York:W.H.Freeman, 1986, s.4
4. Ian
M.Camplell, Energy and Atmosphere,
London: Wiley, 1977, s.1-2
5.
Enyclopedia Britannica, 1994, 15th ed. Cilt.18, s.203
6. Michael
Denton, Nature's Destiny, s.55
7. Bilim
ve Teknik Dergisi, Sayı: 366, s.81
8. Bilim
ve Teknik Dergisi, Ekim 1986, s.6
9. Bilim
Teknik Dergisi, Ekim 1986, s.6-9
10. Franklyn
Branley, Color, From Rainbows to Lasers,
Thomas Y. Crowell Comp., New York, s.23-28
11.
Solomon, Berg, Martin, Villie, Biology,
Saunders College Publishing, 1993, s.192-193
12. Temel
Britannica Ansiklopedisi, Cilt 7, s.16
13.
http://www.netxpress.com/~ppt/story.htm
14.
http://www.netxpress.com/~ppt/story.htm
15. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.110
16. David
Attenborough, The Life of Birds,
Princeton University Press, New Jersey, 1998, s.263
17. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.41
18. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.52
19. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.20
20. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.26
21. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.71
22. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.76
23. Jill
Bailey, Mimicry and Camouflage, BLA
Publishing Ltd., England, 1988, s.17
24. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.85
25. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s..25
26. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.48-49
27. The
Guinnes Enyclopedia of Living World, 1992, s.16
28. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.86-87
29.
International Wildlife, September-October 1992, s.34
30. Jill
Bailey, Mimicry and Camouflage, BLA
Publishing Ltd., England, 1988, s.18
31.
Dr.Harold Cogger&Dr. Richard Zweifel, Enyc.
of Reptiles&Amphibians, 1998, s.388
32. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.64
33.
Dr.Harold Cogger&Dr. Richard Zweifel, Enyc.
of Reptiles&Amphibians, 1998, s.200
34. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.129
35. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.126
36. David
Attenborough, The Trials of Life,
Princeton University Press, New Jersey s.235
37. David
Attenborough, The Life of Birds,
Princeton University Press, New Jersey, 1998, s.193
38. David
Attenborough, The Life of Birds,
Princeton University Press, New Jersey, 1998, s,158
39. David
Attenborough, The Life of Birds,
Princeton University Press, New Jersey, 1998, s.158
40. Ranger
Rick, May 1999
41. Karl
Roessler, Coral Kingdoms, Harry N.
Abrams, Inc., Publishers, 1986, s.69
42.
National Geographic, October 1989, s.518
43.
National Geographic, August 1997, s.32
44. The
Guinnes Enyclopedia of Living World, 1992, s.167
45. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.56
46. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.122
47. Marco
Ferrari, Colors for Survival, Barnes
and Noble Books, New York, 1992, s.62
48. Karl
Roessler, Coral Kingdoms, Harry N.
Abrams, Inc., Publishers, 1986, s.44
49.
National Geographic, Aralık 1996, s.118-120
50. Karl
Roessler, Coral Kingdoms, Harry N.
Abrams, Inc., Publishers, 1986, s.125
51. Temel
Britannica Ansiklopedisi, Cilt 7, s.16
52.
Franklyn Branley, Color, From Rainbows to
Lasers, Thomas Y. Crowell Comp., New York, s.37
53.
Franklyn Branley, Color, From Rainbows to
Lasers, Thomas Y. Crowell Comp., New York, s.38
54.
Francis Darwin, Life and Letters,Vol.II,
s. 275
55.
Francis Darwin, Life and Letters,Vol.II,
s. 305
56. J.
Hawkes, Nine Tentalizing Mysteries of
Nature, New York Times Magazine, 1957, s.33
57. Cemal
Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık,
Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s.108
58. Taşkın
Tuna, Uzayın Ötesi, s.194
59.
Treaties Concerning the Principle of Human Knowledge", 1710, Works of George Berkeley, vol.1, ed.A.
Fraser, Oxford, 1871
60. Macit
Gökberk, Felsefe Tarihi, s.263
RESİM ALTI YAZILARI
s.11
Her an böylesine renkli bir dünya görürüz.
Üstteki ve alttaki resimler
karşılaştırıldığında, etrafımızda sürekli renkli bir dünya görmemizin ne kadar
rahatlatıcı olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Renkler insana dünyada Allah'ın
verdiği en büyük nimetlerden biridir.
s.17
İnsan yaşamında renklerin varlığının önemi
tartışılmazdır. Çünkü her cisim rengiyle birlikte anlam kazanır. Resimde görmüş
olduğunuz renklerin (siyah ve beyaz da dahil olmak üzere) hiçbirinin olmadığını
düşünün. Elbette ki bu resimdeki cisimlerden hiçbirini göremezdiniz. Bu
cisimlerde var olan çok sayıdaki rengin tek bir tanesinin oluşması için bile
çok fazla şartın aynı anda ortaya çıkması gereklidir. Allah renklerin ortaya
çıkmasını çok detaylı bir sistemin varlığına bağlamıştır.
s.19
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz,
onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok... (Kaf
Suresi, 6)
çomak
iki kutuplu hücre
ganglion hücresi
koni
göz akı
retina yüzeyi
iris
göz çukurundaki görüntü
camsı bölme
ön boşluk
göz bebeği
lens tarafından düzenlenen merkez
kornea
optik sinir
lens
kör nokta
korneadaki ilk odaklama
retina
Retina tabakasının genel yapısı ve
rodopsin maddesi.
göz akı
s.22
Allah... O'ndan başka İlah yoktur.
Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O'nundur... (Bakara Suresi, 255)
s.23
Renkleri Allah bize bir nimet olarak
yaratmıştır. Gökkuşağının, kelebeklerin, çiçeklerin, deniz canlılarının,
bulutların kısacası yeryüzündeki her şeyin bir yaratanı olmadığı iddia
edilemez. Tüm bunların renginin ve şeklini örneksiz yaratan Allah'tır.
s.24
ultraviyole
kızıl ötesi ışınları
radyo dalgaları
x ışınları
gama ışınları
101
103
105
107
109
1011
Uzaydan gelen ışınlar en uzun dalga boyuna
sahip radyo dalgalarından, aşırı kısa dalga boyuna sahip gama dalgalarına kadar
çok farklı çeşitlerde olabilmektedir.
s.25
Dünya’da canlı yaşamının var olabilmesi
için gereken bütün şartlar dolaylı olarak ya da doğrudan doğruya Güneş'ten
gelen ışığa bağlıdır. Güneş ışınlarının yapısında ise çok hassas dengelere
bağlı bir düzen vardır.
s.27
10-16
GAMA IŞINLARI
10-4
X IŞINLARI
10-2
MOR ÖTESİ IŞINLAR
0.03
GÖRÜLEBİLİR IŞIK
mavi 0.40
GÜNEŞ IŞIĞI
kırmızı 0.70
1.50
KIZIL ÖTESİ IŞINLAR
103
MİKRO DALGALAR
109
RADYO DALGALARI
Işıkta bilimadamlarını şaşırtan bir
düzenleme vardır. Uzaydan çok fazla ışın gelmesine rağmen Güneş ışığı
yukarıdaki şematik anlatımda da görüldüğü gibi çok dar bir alana
sıkıştırılmıştır. Yaşam için gerekli olan ölçü de budur.
s.28
250 km
F2 Katmanı
F1 Katmanı
Termosfer
E Katmanı
Mezospoz
Mesozfer
D Katmanı
Stratopoz
Stratosfer
Tropopoz
Troposfer
Atmosferin katları
s.29
GÜNEŞ
Atmosfer
UVC kısa ışınlar.
(Atmosfer % 100'ünü tutuyor)
UVA kısa ışınlar. (Hemen hemen hepsi
atmosferden geçiyor)
UVB orta uzunluktaki ışınlar. (Atmosfer %
70'ini tutuyor)
Atmosfer, Dünya'ya
sadece gerekli ışınların geçmesine izin verecek, geri kalan zararlı ışınların
çoğunu ise geri yansıtacak bir yapıya sahiptir.
s.30
prizma
beyaz ışık
Uzaydaki ve atmosferdeki madde yoğunluğu
yani atomların yoğunluğu birbirlerinden farklıdır. Bu yüzden uzaydan geçerek
gelen ışık atmosfere girince daha çok atoma çarptığı için daha fazla yayılır.
İşte canlıların gözü ancak atmosferden kırılarak yani hafifletilerek gelen bu
ışınları algılayarak renkli bir dünyayı görebilir. Atmosfersiz bir uzay
ortamında ışık gözlere zarar verecek kadar şiddetlidir. Bunun dışında yakın
kızıl ötesi ışınlar da aynı şekilde atmosferde yayılarak yeryüzünün ısınmasını
sağlar.
s.31
Koroid tabaka, gözakı
Retina
Epitel tabaka
Çomak gözeleri
Göz
Çomak hücresi
Koni hücresi
Yatay hücre
İki kutuplu hücre
Retina
Aksonsuz hücre
Görme siniri lifleri
Gözbebeğinin arkasındaki sulu şeffaf madde
Gangliyon hücresi
Işık ışınları
Soldaki şekilde retinadaki sinir
hücrelerinin bağlantıları görülmektedir. Hücrelerin farklı tabakaları
arasındaki karmaşık ara bağlantılar, sinir hücrelerinin birlikte hareket etmesi
ve birbirlerini etkilemesine neden olur. Sağdaki resimde ise koni hücrelerinden
bir detay görülmektedir. Kısa koni hücreleri dünyayı renkli görmemizi
sağlarken, uzun çomak hücreleri şekilleri ve hareketleri görmemizi sağlar.
s.32
Güneş'ten gelen ışınlar dalga hareketi
yaparak ilerleyen ve "foton" adı verilen parçacıklardan oluşurlar.
Fotonlar, yeryüzündeki maddeleri oluşturan atomların elektronlarına çarptığında
"renkleri ifade edecek" özel dalga boylarındaki ışığı ortaya çıkarır.
Örneğin Güneş ışığı bir yaprağa düştüğünde, ışığın fotonları yaprağın
yüzeyindeki pigment moleküllerinin atomlarına çarpmış olur. Bu çarpmadan doğan
etkiyle yaprağın atomlarındaki elektronları hareket ettirir. Bu çarpma
hareketine tepki olarak atomlar da dışarıya foton gönderirler. Böylece
fotonların oluşturduğu "renk", maddenin atomları arasından gözümüze
doğru yola çıkar.
s.37
Çiçeklerin yapraklarındaki renk
çeşitliliğinin nedeni, yapılarında bulunan pigment moleküllerinin ışığa karşı
verdikleri tepkidir.
s.38
Bitkilerde bulunan klorofil pigmenti
diğerlerine baskın gelir. Bu yüzden bitkiler yeşil görünürler.
s.39
Güneşten gelen ışınlar cisimlerdeki
pigmentleri harekete geçirirler ve bu sayede renkler oluşur. Pigment
moleküllerini deliklerinin boyutuna göre seçicilikleri değişen eleklere
benzetebiliriz. Aynı elekte olduğu gibi pigmentlerin de yapılarına göre
eledikleri (seçtikleri) dalga boyları yani renkler değişmektedir.
pigmentin yansıttığı mavi
Kan vücut içinde oksijen taşıyan renkli
pigmentleri içerir. Bu renkler canlı türleri arasında çeşitlilik gösterir.
Örneğin mürekkep balığının kanı genellikle uçuk mavi ve hatta renksiz olurken,
insanların ve diğer ihayvanların kan pigmentleri ise kırmızıdır. Tavuk
ibiklerinin kırmızısı ve pek çok karidesin kırmızısı kan pigmentlerinden
kaynaklanır.
s.40
Kurbağanın büyük kırmızı gözleri
düşmanlarına tehlike uyarısı gönderir. Allah, hayvanların gözlerini şekil ve
renkleri ile yaşamlarını kolaylaştıracak şekilde yaratmıştır.
s.41
Tukanların gagalarındaki
canlı renklerin kaynağı da pigment molekülleridir.
s.44
Anne kuşlar yavrularını beslerken gaga
rengine göre karar verirler.
s.45
Yeryüzündeki bütün renkleri yaratan
Allah'tır. Gökyüzü, dağlar, ekinler, kelebekler, kırmızı elmalar, portakallar,
papağanlar, sülünler, mor üzümler, ağaçlar kısacası çevrenizde gördüğünüz her
şey Allah dilediği için bu renklere sahiptirler. Allah Kuran'da bu gerçeği bize
şöyle bildirir:
Allah'ın gökyüzünden su indirdiğini
görmedin mi? Böylece Biz onunla, renkleri değişik olan meyveler çıkardık.
Dağlardan da beyaz, kırmızı renkleri değişik ve siyah yollar (kıldık).
İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar
vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri
titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.
(Fatır Suresi, 27-28)
s.46
Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu
tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların
tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır. (İsra
Suresi, 44)
s.47
Resimde ağacın gövdesinde bir güve
görülmektedir. Güvenin uyguladığı kamuflaj o kadar kusursuzdur ki ağacın
kabuğunun şekli, rengi, desenleri dahi güvede eksiksiz olarak vardır. İşte bu,
Allah'ın kusursuz yaratışıdır.
s.48
Yengeç örümceklerinin solda görülen
Misumena varia türü, üzerine konduğu çiçeğin rengine bağlı olarak sarıdan
beyaza kadar değişen pek çok rengi vücudunda oluşturabilir.17 Üstte
görülen örümcek türü ise kendisini en iyi gizleyecek rengi buluncaya kadar
durmadan ilerler.18
Bazı böcek türleri toplu halde kamuflaj yaparak
düşmanlarından korunurlar. Örneğin Madagaskar'da bulunan tropik bir hemiptera
türü olan Phiatidlerin kanatları parlak ve renklidir. Bu fotoğraftaki gibi bir
ağaç gövdesinde toplu halde dinlendikleri zaman bir böcekten çok çiçeğe
benzerler. Bu da böcek arayan avcıları yanıltır.19
Yandaki resimde üzerinde yaşadıkları
bitkinin rengine tıpatıp benzer bir renge sahip olan iki tesbih böceği
bulunuyor. Bu böceklerdeki kamuflaj yeteneği yalnızca yetişkinlerle sınırlı
değildir. Tesbih böceklerinin yumurtalarında da kamuflaj yapabilecekleri
sistemler vardır. Yetişkinlerin yaşadıkları bitkinin zemininde bulunan böcek
yumurtaları sebze tohumlarını andırırlar. Bu sayede düşmanlarından korunmuş
olurlar.20
s.49
Savanların kuru otlarında avlanan bir
aslan neredeyse görülmezdir. Çünkü aslanın renkleri çevre ile karışır.
Uzun otlarda bir çitayı ayırt etmek de çok
zordur; bunun sebebi yüzlerce küçük noktanın hayvanın vücudunu
netleştirmemesidir. Ayrıca çitanın siyah noktaları güneş ile belirginleşir ve
vücudunu olduğundan daha büyük gösterir.21
Kutup ayılarının yoğun beyaz kürkleri
onları aşırı soğuklardan korur. Ayrıca kürkün rengi de ayı avlanırken iyi bir
kamuflaj sağlar. Aynı şekilde beyaz kürk karda yaşayan tavşanlar için de iyi
bir koruma sağlar.
s.50
Kamuflaj sadece deride gerçekleşen bir
olay değildir. Örneğin Güney Amerika'nın tropik ormanlarında yaşayan
kurbağaların bazı türlerinin kasları renklidir. Bundan başka kanları da oksijen
taşıyan hücreleri ihtiva eder. Bu yüzden renk değişiminin yalnızca deri yüzeyinde
değil, vücudun içinde de gerçekleşmesi gerekir.22
Kopmuş olan ince dal ve yapraklar
ıslanınca koyu bir renk alırlar. Aynı şekilde birçok kurbağa ve kara kurbağası
da nemli havalarda renk değiştirerek kararırlar. Bu halleriyle tıpkı ıslanmış
yapraklara ve dallara benzerler.23 Bu şaşırtıcı uyumun rastlantı
olması mümkün değildir.
Resimlerde havanın yağış durumuna göre
renk değiştiren kara kurbağası görülmektedir.
s.51
Üstteki resimde kurumuş yaprak şekline
sahip küçük bir kurbağa türü olan Makaya görülmektedir. Kurbağanın yaptığı
kamuflaj, en iyi yukarıdan bakıldığında anlaşılır. Bu çok önemli bir detaydır,
çünkü avcılar da kurbağaya en çok bu açıdan bakarlar.24 Sağdaki
resimde ise ağacın bir parçası gibi görülen başka bir kurbağa türü vardır. Her
iki canlıyı da ortamdan ayırt etmek son derece zordur.
s.52
Gündüzleri veya avcıların en fazla olduğu
saatlerde taklitçi hayvanların çoğu hareketsiz kalır. Bu nedenle kamuflaj yapan
canlıların çoğu zaman canlı oldukları bile anlaşılmaz. Bu zorunludur çünkü avcıların
algılayıcıları harekete karşı çok hassastır. Örneğin Brezilya'da yaşayan bu
çekirge üzerine konduğu otlardan hiçbir şekilde ayırt edilemez.25
Sağda resmi görülen ot parçası gerçekte
bir böcektir. Genellikle hareketsiz durduğu için bu böceği içinde bulunduğu
otlardan ayırt etmek neredeyse imkansızdır. Bir canlının çevresiyle aynı olacak
şekilde kendi bedeninde renkler oluşturması, şeklini başka bir cins canlıya
benzetmesi mümkün değildir. Kamuflaj yapan tüm canlılara bu özellikler
yaratıcıları olan Allah tarafından verilmiştir.
s.53
Resimlerde yaprak taklidi yapan çekirgeler
görülmektedir. Yaprakların genel yapısında bulunan merkezi bir orta damar ve bu
ana damarın iki yanındaki simetrik parçalar, resimlerde de görüldüğü gibi,
eksiksiz bir şekilde bu çekirgelerde de bulunmaktadır.
Aşağıdaki çekirgenin üzerindeki desenler
yapraklara zarar veren bir mantar türünün bıraktığı izlere çok benzer.
Genellikle ayaklarının görüntüsü çekirgeleri ele verir. Ama bu çekirge türü hem
ayaklarını kıvırarak gizler, hem de bacaklarının rengi şeffaftır.26
Yaprağın üzerindeki kurumuş parçalar ve kıvrımlar bile eksik kalmayacak kadar
kusursuz olan bu taklitleri elbette ki hayvanlar kendileri yapmamışlardır.
Çekirgeler her şeyi kusursuz yapan Allah tarafından yaratılmışlardır.
s.55
Mantisler ormanlarda ve dünyanın en sıcak
bölgeleri olan savanlarda sık rastlanan avcılardandırlar. Bir Mantisin bütün
vücudu avlanmak için tasarlanmıştır. Alttaki resimde görülen Güney Amerika
ormanlarının bu tropik Mantisi neredeyse kurumakta olan bir yaprağın aynısıdır.
Bu canlı eğer yeşil bir yaprağın üzerinde dursaydı çok kolay fark edilecekti.
Oysa birçok türde olduğu gibi Mantis de kendisine uygun renkteki zeminde yani
kurumuş yaprakların arasında durur.27 Bu canlının böyle bir sistemi
kendi iradesiyle akletmesi elbette mümkün değildir. Bütün canlılara neler
yapmaları gerektiğini ilham eden hiç kuşkusuz ki tüm kainatın Rabbi olan
Allah'ır.
Sol sayfada üst resimde pembe renkli
çiçeklerin arasında kaybolmuş olan bir Mantis türü görülmektedir. Sol sayfadaki
büyük resimde ise Costa Rica türü Mantis görülüyor. Genelde uzun ve dar bir ön
bölüme sahip olan mantislerin aksine, Costa Rica türü mantisin üstünde yaşadığı
yaprağa benzemesi için bu bölümü farklıdır.
s.56
Costa Rica'nın yağmur ormanlarında yaşayan
bu yılan türünü üzerinde bulunduğu ağaçtan ayırt etmek neredeyse imkansızdır.
s.57
Güney Doğu Asya'daki kamçı yılanı
ağaçlarda yaşar ve yeşil pullarla kaplıdır. Yılanın vücudunun üst kısmındaki
pullar ağacı kaplayan liken ve alglerle aynı şekile ve renge sahiptir.
Üzerinde bulunduğu ağaçla bir bütün gibi
görünen Avustralya yaprak kertenkelesi genelde açık renkli karnını çok nadir
olarak gösterir. Bu kertenkelenin gözleri de iyi bir kamuflaja sahiptir.
(soldaki resim)
Pakistan'da yaşayan bu leopar
kertenkelesi, yalnızca vücudunun sırt kısmını kullanarak kamuflaj yapabilir.
Karın kısmı ise neredeyse tamamen beyazdır, bu yüzden sürüngen bu bölgesini
göstermemek için dikkat sarf eder. (üstteki resim)28
s.59
Bukalemunlar en iyi renk değiştiren canlılardandır.
Sağ üstteki resimlerde de görüldüğü gibi bukalemunun üzerine konan bir yaprağın
izi bir süre sonra hayvanın derisinde, üstelik de aynı renk ve desenlerle
ortaya çıkar.
Mürekkep balıkları ve ahtapotlar da
renklerini çok hızlı değiştirebilirler. Bazen renk dalgaları bedenlerinde nabız
atması gibi görünür. Bu kadar fazla değişikliğin olmasına birçok farklı etken
sebep olur. Ahtapotlar kızgınlık, yiyecek görme, korku gibi durumlarda çok kısa
bir zaman içinde bulundukları yerin rengini alabilirler.30 Allah bu
canlıları denizin dibinde kendilerini koruyacak özelliklerle birlikte
yaratmıştır. Allah her şeyin hakimidir, her şeyden haberdardır.
s.60
Bu kar tavukları, hayvanlarda, mevsimlere
göre gerçekleşen kamuflajın en güzel örneklerindendirler.
s.61
Kurbağaların en öldürücü olanlarından biri
zehir oku kurbağasıdır. Dendrobates türünün bu küçük kurbağasının derisinde
"batracotixin" olarak bilinen zehir vardır. Bu, hayvanlar aleminde
bilinen en güçlü zehirlerden biridir. Kurbağanın ismi Amazon'daki bir kabileden
gelmektedir. Yerliler kurbağaların derilerindeki zehirleri oklarının ucuna
sürerler ve bunu avlanırken kullanırlar. Kurbağa zehirli olduğunu renklerini
kullanarak kendisini avlamak isteyen diğer canlılara haber verir.31
Yandaki resimde oldukça zor seçilen
Sinanceidea türünün balıkları küçük ve yassı vücutlara sahiptir. Pulları
yoktur, bunun yerine derileri deniz yatağında mükemmel bir kamuflaj yapmasını
sağlayan çıkıntılarla kaplıdır. Kayaya benzeyen bu çıkıntılar balığın dış
hatlarını belirsizleştirirler. Bu balıklar kendilerini kuma gömerek de kamuflaj
yapabilirler.32
s.62
Güney Amerika'da yaşayan bu yılan türü
sarı, kırmızı ve siyah halkalarla kaplıdır. Bunlara mercan yılanları adı
verilir. Bu yılanlardan bazıları zehirlidir, bazıları ise sadece zehirli olan
yılanları taklit etmektedir. İki yılandan hangisinin zehirli olduğu sadece
renklerinin diziliminden anlaşılır. Zehirli olmayan yılanlar bu benzerlikten
faydalanarak düşmanlarından korunmuş olurlar.33
Bir papilionida kelebeği tırtılı, kırmızı
antenini uzatıyor. Bu kelebek türünün tırtılları bu organı yaklaşan bir düşman
duyduklarında açığa çıkarırlar. Bu parlak kırmızı renkli uzantının hareketi
küçük kuşları korkutmaya yarar.34
s.63
Fulgoriade, tropik bölgelerde yaşayan
parlak renkli bir böcektir. Bu böceğin kafasında boynuz benzeri bir çıkıntı
vardır. Bu çıkıntı Fulgoriade'ye ağzı açık ve dişleri görünen bir timsah
görüntüsü verir. Bu çıkıntıların özellikleri hala tam olarak anlaşılabilmiş
değildir. Ancak kur yapmada kullanıldığı zannedilmektedir. Ayrıca Fulgoriadeler
ağaç kabuklarına da çok benzerler. Bu canlıların kullandıkları tek savunma
yöntemi kamuflaj değildir. Bundan başka küçük resimde de görüldüğü gibi
rahatsız edildiklerinde gözlerini açığa çıkarmak için kanatlarını açarlar. Bu da
düşmanlarını şaşırtır ve böceğe kaçmak için fırsat verir.35
Bazı hayvanlar vücutlarının çeşitli
bölgelerinde yer alan değişik renkteki tüyleri bir alarm işareti olarak
kullanırlar. Bu özellik en belirgin şekilde çatal boynuzlu antiloplarda
(Antilocapra Americana) görülür. Hayvan, kuyruğu civarındaki beyaz tüyleri
herhangi bir tehlike sırasında dikleştirerek diğer hayvanların çok uzaktan
görebilecekleri bir flaş gibi kullanır.36
s.64
Galapagos'taki erkek Fırkateyn kuşu,
dişisinin dikkatini çekmek için gagasının altındaki kırmızı kesesini şişirir.
Erkekler daha sonra yuvalarını inşa edecekleri ağaçların üzerinde grup şeklinde
birikirler. Üzerlerinde uçan dişiler de erkeklerini seçerler. Kesenin kırmızı
rengi kuşun üst kısmındaki metalik renkle tam bir tezat oluşturacak şekildedir.37
Hayvanların tümü renklerini kamuflaj için
kullanmazlar. Sülün ve tavus kuşunun erkekleri, eşlerini etkileyebilmek için
renkli tüylerini kullanırlar. Erkek tavus kuşu tüylerini açtığında ortaya
muhteşem bir görüntü çıkar.
s.65
Renkler sayesinde canlılar üreme amacıyla
diğer canlıları kendilerine çekerler, rakiplerini ve saldırganları uyarır ya da
uzaklaştırırlar. Örneğin eşeyli üreme için tozlaşmaya gereksinim duyan çiçekli
bitkiler, çiçek tozlarının taşınması işlevini üstlenen böcekleri çekmek için
canlı renkler ve karmaşık desenler ile bezenmişlerdir.
Şüphesiz, göklerin ve yerin
yaratılmasında, gece ile gündüzünart arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler
ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden
sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında,rüzgarları estirmesinde,
gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir
topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)
s.66
Asya kökenli olan altın sülün kuşu
gözalıcı renklerinden dolayı çok dikkat çekicidir.
s.67
Kuşların tüyleri sürekli yenilenen cansız
yapılardır. Her yenilenmede aynı renkler tekrar ortaya çıkar.
s.69
...Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa
O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. (Bakara Suresi, 116)
s.72
Kelebek kanatlarındaki pulların detayları.
Büyük Endonezya kelebeği (aşağıda solda)
düşmanlarını şaşırtmak için kanatlarındaki göze benzeyen iki geniş beneği
kullanır. Bu, onlar için yeterli bir savunmadır. Monark kelebekleri gibi başka
türler ise daha farklı yollara başvururlar (sağda). Monark kelebekleri koyu
portakal renkli ve siyah desenleri olan kanatları ile düşmanlarına 'kötü tat'
mesajı vererek uyarı gönderirirler.
s.73
Resimlerde görülen kelebekler hem renk hem
de desen yolu ile kamuflaj yöntemini kullanırlar. Kelebeklerin üzerindeki göz
motifleri, gözün içindeki pırıltılar dahi eksik bırakılmayacak şekilde Allah
tarafından yaratılmıştır.
s.74
Resimlerdeki kelebeklerin her ikisinin de
rengi aslında çok dikkat çekicidir. Fakat üzerinde bulundukları mekana olan
uyumları sayesinde güvenlik içinde yaşarlar.
s.75
Mavi renkli Morpho kelebeğinin
kanatlarının altındaki kahverengi renk ve benekler çalılıklar arasında
saklanabilmesi için mükemmel bir kamuflaj imkanı sağlar. Kelebek çalılıklarda
birdenbire görünmez olabilir.
s.77
Büyük resimde görülen bir saydam karides
zehirli deniz anemonlarının üzerinde hiç rahatsız olmadan yürür. Bu canlı
bulunduğu ortamın rengini kolaylıkla aldığı için çok iyi bir korunmaya sahiptir.
Birçok saydam hayvanda vücutlarının bir kısmı görülür durumdadır. Örneğin
birçoğu sindirim sistemlerini veya içlerindeki besini gizlemeyi başaramazlar.
Bazı türlerde ise yalnızca kuyruk ve kıskaçların bir kısmı renklidir. Rengin bu
küçük detayları karidesin görünmemesini sağlar, saydam kısımlarla renkli
kısımlar arasındaki tezat, avcıyı yalnızca renkli kısma yöneltir. Bu da şeffaf
canlılara bir koruma sağlar.41
s.78
Soldaki resimde bir kaya istakozu
görülmektedir. Renk uyumu ve desenin mükemmel birleşiminin örneklerinden biri
olan bu istakoz, kırmızının tonlarıyla süslenmiştir.42
Üstte ise bir mercan görülüyor.
Mercanların milyarlarcası birarada yaşar, özel salgı maddeleri birbirine
eklenir ve kalker iskeleti meydana getirirler. Bu iskelet üzerine kırmızı,
pembe, ara sıra da siyah ya da beyaz renkli bir madde salgılarlar.43
Denizlerin derinliklerinde, 200 metreden
itibaren ışık yoktur ve karanlık başlar. Bununla birlikte derinliği Everest'in
yüksekliğinden bile fazla olabilen okyanusların diplerine varıldığında
rengarenk bir dünya ile karşılaşılır. Resimde görülen anemon bitkilerinin
içinde yaşayan çizgili anemon balıkları da bu dünyanın elemanlarından bir
tanesidir.
s.79
Deniz salyangozları (nudibranchlar) tür
olarak deniz altının en ilgi çekici canlılarındandır. Çok ilginç görünüşlere ve
olağanüstü renklere sahip olan bu hayvanlar kabuksuz bir salyangoz türüdürler.
Üstteki resimlerde sadece birkaç türden örnekler görülmektedir. Yumuşak bir
bedene sahip olan bu canlılar, kuvvetli zehirleri sayesinde korunurlar. Çarpıcı
renkleri çok zehirli olduklarını düşmanlarına haber verir. Zehirlerini,
yedikleri bitkilerden elde ederler.44
s.80
Yavru fok balıklarının vücut sıcaklıkları
annelerininkine göre daha yüksektir, bu nedenle enzimleri çalışmaz ve tüyleri
beyaz renkte olur. Bu aynı zamanda, beyaz buz üzerinde göze batmadıkları için,
onları korur. Yavru fokbalıkları büyüdükçe, çevrenin sıcaklığına bağlı olarak
da vücut sıcaklıkları düşer ve renk üzerinde etkili olan enzimler çalışmaya
başlar. Beyaz renkli olan yavru fok balıklarının renkleri büyümeye başladıkça
koyulaşır ve siyaha döner.
Sinanceidea türünün balıkları küçük ve
yassı vücutlara sahiptirler.Görünüş olarak kayalara benzerler. Pulları yoktur,
bunun yerine derileri av beklerken, denizin zemininde saklanmalarını sağlayan
çıkıntılarla kaplıdır.
Üstte resmi görülen Mollusk'un
(yumuşakçalar sınıfından bir hayvan) en ilginç özelliklerinden biri, vücudunu
kaplayan, "pelerin" denilen ve ikinci bir kabuk görevi gören
dokusudur. Resimde de görüldüğü gibi gerektiğinde doku yavaşça kabuğu kaplar ve
hayvanın kendini ele vermesini engeller.45
Soldaki denizatının ise vücudu plaka
şeklinde kemiklerle kaplıdır. Denizatları yüzme konusunda pek becerikli
değildirler. Bu yüzden mercanlara tutunarak yaşarlar. Denizatları hızlı renk
değiştirebildikleri için düşmanlarından rahatlıkla korunurlar.
s.81
Akrep balığı ılıman ve tropik kuşaktaki
deniz yatağında yaşar ve hiçbir zaman açık denize çıkmaz. Bu balıklar
etoburdurlar ve küçük balıkları yerler. Göğüs bölgelerindeki yüzgeçler balığın
düşmanları için mükemmel bir engeldir. Kırmızı beyaz çizgileri arkadaki
mercanların içinde kamufle olmalarını sağlar. Bu da av olma risklerini azaltır.
Akrep balığı son derece renkli bir görünüme sahiptir ama aynı şekilde yaşadığı
mercanlar da çok renkli olduğu için mercanların içinde kolaylıkla kaybolur.46
Gizlenme renkleri ya ortamın rengine tam
uygunluk gösterir veya balığın vücut sınırını kaybetmek amacıyla çeşitli leke
ve çizgiler taşır. Dil balıklarında (solda) vücut rengi resimde de görüldüğü
gibi ortamın rengine tıpatıp benzer.47 Timsah balığı ise (sağda) renklerini düşmanlarından
korunmak için kullanır.
s.82
Gece görüntülenen bir ahtapot, derisini
parlak hale getirerek kendisini olduğundan daha büyük göstermeye çalışır.
(yanda) 48
Bazı türler ise deniz altındaki desenlerle
tam bir bütün haline gelebilirler. (alttaki resim)
Solda görülen Crinoidler zambak şeklindeki
deniz laleleridir. Uzun, ince çiçek benzeri dikenli kollara sahiptirler.
Kollarında zehirli bir salgı vardır. Sudaki oksijeni de kolları vasıtasıyla
süzerek alırlar.49
s.83
Yukarıda resmi görülen mantis karidesi
deniz altının ilginç görünüme ve canlı renklere sahip olan canlılarından
yalnızca bir tanesidir. Dışarı doğru çıkık olan gözleri doğadaki en kompleks
gözlerdendir. Alttaki resimde renkli anemonların arasında yaşayan başka bir
karides türü görülmektedir. Anemon bitkisi karidesin artıkları ile beslenir,
karides de düşmanlarından korunmuş olur.50
s.84-85
Şüphesiz, mü'minler için göklerde ve yerde
ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin
bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. Gece ile gündüzün art arda
gelişinde (veya aykırılığında), Allah'ın gökten rızık indirip ölümünden sonra
yeryüzünü diriltmesinde ve rüzgarları (belli bir düzen içinde) yönetmesinde
aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır. İşte bunlar, Allah'ın
ayetleridir; sana bunları hak olmak üzere okuyoruz. Öyleyse onlar, Allah'tan ve
O'nun ayetlerinden sonra hangi söze iman edecekler? (Casiye Suresi, 3-6)
s.88
Alttaki noktalı ve düz beyaz çizgiler
klorofil a ve b'nin ışık emme dağılımını göstermektedir. Tepedeki siyah eğri
ise fotosentezi başlatan çeşitli ışık dalga boylarını gösteriyor. Klorofillerin
emme dağılımı ile fotosentezin oluşum dağılımı arasındaki uyum çok açık bir
şekilde görülmektedir.
Klorofillerin tahmini ışık emme oranı
100
fotosentezin hareket dağılımı
80
60
40
20
0
100
80
60
40
20
0
klorofil b
klorofil a
fotosentez oranı
400
500
600
700
s.91
Dünyanın her yerinde aynı türdeki çiçekler
kendi türlerine özgü aynı desenlere ve renklere sahiptirler, bu hiçbir zaman
değişmez.
s.92
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan
başka ilah yoktur. Her şeyin Yaratıcısı’dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her
şeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 102)
s.93
Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun
dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkça bir
sapıklık içindedirler. (Lokman Suresi, 11)
s.94
Renk tayfının düzgün çizgiler halinde
görülebildiği gökkuşakları gerçekte birer renk oyunudurlar. Atmosferdeki yağmur
damlacıkları ve güneş ışığının biraraya gelmesiyle gökkuşakları oluşur.
s.94-95
O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır,
bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı
ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle
orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. (Lokman Suresi, 10)
s.96
Doğada mevsimlere göre değişen bir renk
çeşitliliği vardır. Dağlar, ağaçlar, göller, nehirler kısacası tüm doğa bize
Allah'ın benzersiz renk sanatını tanıtan delillerdendir.
s.99
Resimlerde görülen farklı renklere ve
şekillere sahip olan meyve ve sebzelerin hepsi aynı kuru topraktan, aynı su ile
sulanarak çıkar. Ancak herbirinin kendisine özgü rengi, kokusu ve tadı vardır.
Allah bunların her birini benzersiz biçimde yaratmış ve faydamıza sunmuştur.
s.101
Sonbaharla birlikte yapraklardaki farklı
pigmentler açığa çıkar ve bitkilere sarının ve kırmızının tonları hakim olur.
s.107
Doğadaki tüm canlıların rengini belirleyen
Allah'tır.
s.108
Bukalemunlar bulundukları yere göre en
çabuk renk değiştiren canlılardan bir tanesidir. Vücudundaki hücrelerin rengini
kısa bir sürede değiştirecek kadar kompleks bir sistemi bukalemunun kendi
kendine oluşturması elbette ki mümkün değildir.
Bukalemunlardaki bu sistem benzeri olmayan
bir tasarımın ürünüdür. Bu tasarım ise üstün akıl sahibi olan Allah'a aittir.
s.109
İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan
da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak
alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır,
bağışlayandır. (Fatır Suresi, 28)
Bu böceklerin renk ve desenleri onlara
Allah tarafından verilmiştir.
s.111
Doğadaki canlılarda tesadüfen
gerçekleşmesi kesinlikle imkansız olan kusursuz bir simetri vardır.
s.123
Çevremizdeki her şeyi, tıpkı bu
karanlıktaki kapıdan gözüken renkli bahçe gibi, kapkaranlık olan beynimizin
içinde renkli olarak görürüz.
s.124
Bir cisimden gözümüze ulaşan ışık demetleri
elektrik sinyallerine dönüşerek beyinde bir etki oluştururlar. Görüyorum
derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerinin etkisini seyrederiz.
s.125
Zevk alarak dinlediğimiz müzik, duyduğumuz
her ses aslında bizim beynimizin içinde elektrik sinyallerinin oluşturduğu bir
algıdır.
s.127
Rüyada iken kendimizi tropik bir ormanda
hayal edebiliriz. Bütün gerçekliği ile o anı yaşarız. Kimse bizi o anda rüya
gördüğümüze inandıramaz. Sadece uykudan uyanınca rüya gördüğümüzü
anlayabiliriz.
s.131
İnsan, bu anlatılanlar doğrultusunda biraz
derin düşünürse, bu hayret verici durumu kendisi de açıkça fark eder. Aslında,
maddenin dışarıda var olan gerçeğine hiçbir zaman ulaşmanın mümkün olmadığının
farkına varır.
s.135
Charles Darwin
s.136
Fransız biyolog Louis Pasteur
s.137
En son evrimci kaynakların da kabul ettiği
gibi, hayatın kökeni, hala evrim teorisi için büyük bir açmazdır.
s.139
Evrim teorisini geçersiz kılan
gerçeklerden bir tanesi, canlılığın inanılmaz derecedeki kompleks yapısıdır.
Canlı hücrelerinin çekirdeğinde yer alan DNA molekülü, bunun bir örneğidir.
DNA, dört ayrı molekülün farklı diziliminden oluşan bir tür bilgi bankasıdır.
Bu bilgi bankasında canlıyla ilgili bütün fiziksel özelliklerin şifreleri yer
alır. İnsan DNA'sı kağıda döküldüğünde, ortaya yaklaşık 900 ciltlik bir
ansiklopedi çıkacağı hesaplanmaktadır. Elbette böylesine olağanüstü bir bilgi,
tesadüf kavramını kesin biçimde geçersiz kılmaktadır.
s.140
Mutasyon
DNA sarmalı
Kopan, kırılan DNA parçaları
s.141
İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar
zararlıdır. Çünkü canlı DNA'sı çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül
üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki organizmaya ancak zarar verecektir.
Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak ölüler, sakatlar ve
hastalardır.(yanda ) Mutasyona uğramış meyve sineği resmi görülmektedir.
s.143
Fosil kayıtları, evrim teorisinin önünde
çok büyük bir engeldir. Çünkü bu kayıtlar, canlı türlerinin, aralarında hiçbir
evrimsel geçiş formu bulunmadan, bir anda ve eksiksiz yapılarıyla ortaya
çıktıklarını göstermektedir. Bu gerçek, türlerin ayrı ayrı yaratıldıklarının
ispatıdır.
54-37 milyon yılllık sassafras yaprağı
fosili
110 milyon yıllık tarpun balığı fosili
54-37 milyon yıllık buğday biti fosili
45 milyon yıllık zebra kafatası fosili
s.146
Evrimcilerin canlıların evrimi iddiaları
için ortaya attıkları sözde deliller, çeşit çeşit materyaller, aslında ortaya
atılan hayal ürünü şeylerden öte birşey değildir. Tüm bu rekonstürüksiyon
çalışmaları da kişinin "sanat" çalışması yapar gibi hayal gücünü gösterir.
SAHTE
s.148
Evrimcilerin istedikleri tüm şartlar
sağlansa bir canlı oluşabilir mi? Elbette ki hayır. Bunu daha iyi anlamak için
şöyle bir deney yapalım. Üsttekine benzer bir varile canlıların oluşumu için
gerekli olan bütün atomları, enzimleri, hormonları, proteinleri kısacası
evrimcilerin istedikleri, gerekli gördükleri tüm elementleri koyalım.
Olabilecek her türlü kimyasal ve fiziksel yöntemi kullanarak bu elementleri
karıştıralım ve istedikleri kadar bekleyelim. Ne yapılırsa yapılsın, ne kadar beklenirse
beklensin bu varilden canlı tek bir varlık bile çıkaramayacaklardır.
s.150
Gözü ve kulağı, kamera ve ses kayıt
cihazları ile kıyasladığımızda, bu organlarımızın söz konusu teknoloji
ürünlerinden çok daha kompleks, çok daha mükemmel yaratılmış olduğunu görürüz.
s.153
Konuşma
Düşünme
Hareket
Görme
Işitme
Koku alma
Tat alma
Dokunma
Bütün hayatımızı beynimizin içinde
yaşarız. Gördüğümüz insanlar, kokladığımız çiçekler, dinlediğimiz müzik,
tattığımız meyveler, elimizde hissettiğimiz ıslaklık... Bunların hepsi
beynimizde oluşur. Gerçekte ise beynimizde, ne renkler, ne sesler, ne de
görüntüler vardır. Beyinde bulunabilecek tek şey elektrik sinyalleridir.
Kısacası biz, beynimizdeki elektrik sinyallerinin oluşturduğu bir dünyada
yaşarız. Bu bir görüş veya varsayım değil, dünyayı nasıl algıladığımızla ilgili
bilimsel bir açıklamadır.
s.156
Geçmiş zamanlarda timsaha tapan insanların
inanışları ne derece garip ve akıl almazsa günümüzde Darwinistlerin inanışları
da aynı derecede akıl almazdır. Darwinistler tesadüfleri ve cansız şuursuz
atomları yaratıcı güç olarak kabul ederler hatta bu inanca bir dine bağlanır
gibi bağlanırlar.
ARKA KAPAK YAZISI
Doğada var olan her canlının sahip olduğu
renklerin, desenlerin, beneklerin hatta çizgilerin bile bir anlamı vardır. Kimi
zaman kendi aralarında bir iletişim aracı, kimi zamansa düşmanlara karşı bir
uyarı olarak kullandıkları renkler, canlılar için hayati önem taşımaktadır.
Öyle ki o canlının sahip olduğu rengin tonunun açık ya da koyu olması,
çizgilerinin yönü bile özel olarak belirlenmiştir.
Dikkatli bakan bir göz, yalnızca
canlıların değil, doğadaki herşeyin tam olması gerektiği gibi, yerli yerinde
olduğunu hemen görecektir. Üstelik herşeyin insanın hizmetine verilmiş
olduğunu, gökyüzünün masmavi ferahlatıcı renginin, çiçeklerin rengarenk
görünümlerinin, yemyeşil ağaçların, otlakların, geceleyin zifiri karanlık
içinde dünyayı aydınlatan ayın, yıldızların ve daha saymakla bitirilemeyecek
kadar çok güzelliğin Allah’ın sanatının tecellileri olduğunu anlayacaktır.
Allah tüm kainatı, onun içindeki canlı
cansız herşeyi eksiksiz olarak yaratmıştır. Herşeyi kontrolü altında tutan
üstün güç sahibi Allah’ın şanı çok yücedir.
YAZAR HAKKINDA:Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar,
1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve
siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın
evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in
kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli
eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı
dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi
tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı,
-Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur
ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile
olacaktır.